Category Archives: Hiçbirşey - Page 6

\”Polis İstiyor, Biz İmzalıyoruz\” ~ Zekeriya ÖZ

Ergenekon savcısı Zekeriya Öz\’ün son operasyonda göz altına alınarak tutuklanan gazeteci Ahmet Şık\’ın avukatına öyle bir açıklama yaptkı ki özrü kabahatinden beter…

Ahmet Şık\’ın avukatı Atalay, Savcı Öz ile yaptıkları ilginç konuşmayı anlattı.

Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alındıktan sonra bugün sabaha karşı tutuklanan gazeteci Ahmet Şık\’ın avukatı Akın Atalay, savcı Zekeriya Öz\’ün yaptığı son açıklamaların, gözaltı sürecindeki tutum ve sözleriyle tamamen çeliştiğini belirterek, \”Ergenekon artık, bir darbe teşebbüsü davası değildir\” dedi ve müdahil avukatlığından çekildiğini açıkladı.

Ahmet Şık ve Nedim Şener\’ in de tutuklanması ile artık bu ülkede gazetecilik yapılamayacağını belirten Atalay, gözaltı sürecinde savcı Öz\’ün kendisine \”Ben bu son gözaltı ve aramalarda kaç kişi ile ve kimlerle ilgili yakalama ve arama istenildiğini bilmiyorum. Ahmet Bey\’in de ismi var mı yok mu dikkat etmedim, biliyorsunuz emniyet bizden talep ediyor, biz de çoğu zaman olduğu gibi imzalayarak mahkemeye havale ediyoruz\” dediğini aktardı.

Atalay\’ın açıklamasının tam metni:

03 Mart 2011 Perşembe günü \”Ergenekon terör örgütü üyeliği\” suçlaması ile gözaltına alınanlar arasındaki gazeteci Ahmet Şık\’ın, gözaltına alınışından bu sabah saatlerinde Metris cezaevine götürülene kadar geçen son 3 günlük süreçte avukatı olarak, bu süreci yaşadım.

Savcılık ve mahkeme huzurunda geçen her anın dolaysız, doğrudan tanığıyım. İfade tutanaklarına zorluklarla geçirebildiklerimiz dışında, asıl yaşanan gerçeklik, karşılıklı diyaloglardır.

Anlatacak çok şey var. Ama hepsi de dehşet verici, ürkütücüdür.

Sadece bir anekdot aktarayım:

Ben savcıya, Ahmet Şık\’ın Ertuğrul Mavioğlu ile 2009 yılında yazdığı iki ciltlik Ergenekon kitabından sözettiğimde, haberi ve bilgisi olmadığını söyledi. Derhal dışarıdaki arkadaşlardan isteyip, odaya getirttik. Bir yandan sorulara devam ederken bir yandan da kitaba göz gezdirdi. Eğer çok iyi ve yetenekli bir aktör değilse, kitabı ilk kez gördüğüne ve duyduğuna kalıbımı basarım.

Sordum: \”Gerçekten mi ilk kez duydunuz ve ve gördünüz?\”

Yanıtladı: \”Evet\”

Ve devamla şunları söyledi:

\” Ya ben bu son gözaltı ve aramalarda kaç kişi ile ve kimlerle ilgili yakalama ve arama istenildiğini bilmiyorum. Ahmet Bey\’in de ismi var mı yok mu dikkat etmedim, biliyorsunuz emniyet bizden talep ediyor, biz de çoğu zaman olduğu gibi imzalayarak mahkemeye havale ediyoruz.\”

İşte, hükümetin yargının tasarrufudur dediği olayın aslı astarı budur…

Bugüne kadar, \”soruşturmanın gizliliği\” ilkesine hep uydum. Buna uymamın nedeni, sadece uymamanın bir suç olması ve yaptırıma bağlanması nedeniyle değildi. Ben, bu ilkenin konuluş amacının ve koruduğu hukuksal değerin doğruluğuna da inanıyorum.

Fakat gelinen noktada, bu ilke, konuluş amacının tümüyle zıddı bir bağlamda ve insanların onurunu, kişiliğini zedelemek, belirsiz ve çok uzun bir zamana yayılacağı belli olan yargılamadan önce, insanları suçlu olarak damgalamak ve peşin ceza çektirmek amacıyla kullanılıyor.

Masumiyet karinesi gereğince, haklara sahip olan bir şüphelinin haklarını korumak üzere hukuk düzeninde olan \”soruşturmanın gizliliği\” ilkesi yalnızca şüpheliye karşı gizliliğe dönüştü.

Somut olaya gelince, bugün soruşturma savcısı Zekeriya Öz\’ün yazılı basın açıklaması benim açımdan bardağı taşıran son damla olmuştur.

12 saat önce ifade sırasında bizim yüzümüze karşı bambaşka beyanlarda bulunan savcı, basın açıklamasında ise eleştiri niteliğinde yazı yazan istisnasız herkesi muhatap alarak açıkça tehdit etmektedir.

Okumayanlar için savcı Zekeriya Öz\’ün açıklamasının aşağıdaki bölümünü aynen aktarıyorum:

Esasen Cumhuriyet Savcılığımızın hukuksal gereklilikler dışında herhangi amaç ve saikle hareket ettiğinin / edeceğinin kabulü ve kamuoyunun bu yönde asılsız değerlendirmelerle yönlendirilmeye çalışılması, büyük bir titizlik ve ciddiyetle yürüttüğümüz soruşturmaya zarar vereceği gibi adı geçen terör örgütünün hedef ve amaçlarına katkı sağlayacağı da açıktır. Bu istikametteki yayınlar tarafımızca özenle izlenmekte, hassasiyetle değerlendirilmektedir

Bilmeyenler için anımsatayım, şu anda Ergenekon davalarında yargılananlar arasında, \”örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüte yardım ve yataklık etmekle suçlanan kişiler de var.

Bugüne kadar, bu ülkenin geçmişindeki örtülü ya da açık bütün darbelerle, darbe teşebbüsleriyle ve askeri muhtıralarla hesaplaşılmasının önemine ve gereğine inanan ve Ergenekon soruşturmasını bunun için tarihi bir fırsat olarak gören birçok kişi, bu soruşturmanın bu amaçla uyumlu olmayan yönlerine ilişkin kaygı ve kuşkularını hep bilinçlerinin bir köşesinde nadasa bırakmayı tercih etmişlerdi.

Ama artık, bardağı taşıran son gözaltı ve tutuklamalar nedeniyle, soruşturmanın bambaşka yerlere doğru evrilmekte olduğunu görmenin rahatsızlığı ile bu kaygılarını gündeme getirmeleri üzerine, soruşturma makamının adeta \” öyleyse siz de Ergenekoncusunuz, bak gereğini yaparım ha!\” olarak okunabilecek açıklamasına muhatap oldular.

Dolaysız ve doğrudan tanık olarak söylüyorum. Ahmet Şık ve Nedim Şener\’ in de tutuklanması ile artık bu ülkede gazetecilik yapılamaz. Tutuklananlar Ahmet ve Nedim değil, onların şahsında gazetecilik mesleğidir.

Bu karardan sonra, artık geriye dönüş yoktur. Şu andan itibaren benim açımdan \”Ergenekon\” zihniyeti ile siyasi, toplumsal arenada siyasi mücadele hakkım baki kalmak üzere, hukuksal alandaki mücadele pratiği tümüyle bitmiştir.

Davanın ilk başladığı andan bugüne kadar, birçok eleştiriye karşın bugüne kadar süren davadaki müdahil avukatlık statümün de sonlandırılması için, artık bu davaya inancım ve yargılama makamlarına güvenim kalmadığı için istifa edeceğimi, bu yargılamada bundan sonra, (elbette tercih ettiğim şüpheliler bağlamında) müdafi olarak görev yapmak durumunda olduğumu belirteceğim.

Yaşanan tüm hukuksuzlukları, gücümün yettiğince ulusal ve uluslar arası platformlarda dile getireceğimi belirtiyorum.

ARTIK EMİNİM, ERGENEKON DENİLEN DAVA BİR DARBE TEŞEBBÜSÜ DAVASI DEĞİLDİR.

Toplumun bu konudaki hassasiyet ve duyarlılığı kullanılarak, muhaliflerin aşama aşama cezalandırıldığı bir yargı pratiğidir.

Bu iletiyi, biraz da öfkem ve duyarlılığım zirvede iken yapıyor ve sizlerle paylaşıyorum…

Avukat Akın ATALAY

Özeleştiri

\"\"Geç kaldık. Aslında çok önce haykırmalıydık tepkimizi…
İlk gazeteci içeri alındığında yürümeliydik ağzımızda susturulmuşluğun simgesi kara bantlarla…
İlk köşe yazarı kovulduğunda, hepimiz kovulmuşçasına boş çıkmalıydı köşelerimiz…
Greve gitmeliydik, ekranımız karartıldığında, genel yayın yönetmenimiz alındığında…
Vergi memurları ilk teftişe geldiğinde tezgâhı görüp bağıra çağıra teşhir etmeliydik.
Medya yöneticileri, \”Şu haberi görmeyin\”, \”O adamı çıkarmayın\”, \”Bu işi büyütmeyin\” telefonları gelmeye başladığında \”Çevirdiğiniz numaraya ulaşılamıyor\” sinyali göndermeliydi.
Birimizin evi basıldığında, yayın yönetmeninden çaycısına, muhabirinden yazarına hepimiz kapı önünde karşı durmalıydık.
Tutuklananın suçluluğuna inanıyor olsak bile hiç değilse \”Herkes için tutuksuz yargılanma hakkı\”nda uzlaşabilmeliydik.

Tabii bunu yapacak güçte olabilmek için, kendi içimizde hesaplaşmamızı tamamlamış olmalıydık.
Basında tekelleşmeye ilkin biz karşı çıkmalıydık; daha sonra tekelleşmeye karşı çıkma bahanesi ile kendi tekellerini yaratanlara fırsat vermeden…
Nefret söylemini ilk biz mahkûm etmeliydik ki, sonra onu bahane edip çullanmasınlar üzerimize…
Aramızda iktidar oyununu sevenler vardı; darbecilerle düşüp kalkanlar, gazeteciliği politik hırsına kalkan yapanlar, kalemini şantaj için kullananlar… Onları başta biz kınayıp dışlamalıydık ki, bugünkü sindirme kampanyasına bahane olmasınlar.
Şimdi \”Canım onların da vardır bi arızası\” diyenlerle, \”Kendimi savcının yerine koyuyorum da\” diye lafa girenlerle en baştan hesaplaşmalıydık.
Orada da geç kaldık.

Bugün, basın tarihinin en büyük el değiştirme operasyonu, büyük bir tasfiyeyi de beraberinde getiriyor.
12 Eylül\’den bu yana görmediğimiz çapta siyasi, idari, mali, adli baskı altındayız.
Basının en çok kıstırıldığı dönemlerde bile hep güçlü bir muhalif basın vardı. Bugünse, son muhalifler de tehlikede…
Her daim iktidara kafa tutmuş gazetelerin birinci sayfasına bakmaya utanıyoruz.
Bir gün muhalif bir yazarın köşesinin elinden alındığını öğreniyoruz; ertesi gün muhalif bir gazetecinin \”örgüt üyeliği\” gibi muğlak bir suçlamayla içeri alındığını…
Başbakan, \”Bağımsız mahkemelerin kararı\” diyor; \”Yargının işini kolaylaştırmamız\” gerektiğini söylüyor.
Partisi için kapatma davası açıldığında ne diyordu:
\”Bu, bir yargı darbesidir.\”
O zaman niye karar veren hâkimleri rahat bırakmamıştık?
Çünkü amaç \”bağımsız yargı\” değildi; \”bize bağımlı yargı\”ydı.
Tıpkı son operasyonun asıl amacının Ergenekon\’u tasfiye filan değil, kendi Ergenekon\’unu inşa olduğu gibi…

Ama geç de olsa nihayet dün, bıçağın kemiğe dayandığı yerde buluştuk ve yürüdük baskıların üstüne; ağzımızda susturulmuşluğun simgesi kara bantlar, elimizde hapsedilmişliğin simgesi kırık kalemlerle…
Bunca zaman tek bir konuda bir araya gelememiş yüzlerce gazeteci, nihayet mesleki dayanışmanın, meslektaşına sahip çıkmanın bilincine vardı. Yürüyüşün sonunda ağzındaki bantları çözüp \”Susma, sustukça sıra sana gelecek\” dedi.
Şimdi de bizim için \”Kalemler süngü, kameralar miğfer\”di.

6 Tonluk Kaplumbağa

\"\"Bebiş fil İzmir\’in yaşadığı İzmir Doğal Yaşam Parkı var ya…

Oraya kalabalık bi aile gelir, kapıdaki görevliye \”6 tonluk kaplumbağayı görmeye geldik, nerede acaba?\” diye sorar. Görevli, kaplumbağaların yaşadığı tropik bölgeyi gösterir, ancak, \”6 tonluk kaplumbağa filan yok, bildiğin normal kaplumbağalar var\” der. \”Nası yok canım?\” deyip, kaplumbağaların bulunduğu bölgeye giderler, ki, hakikaten yok… Yetkiliyle görüşmek isterler! Doğal Yaşam Parkı\’nın biyologlarından biri gelir hemen, \”nasıl yardımcı olabilirim?\” der. \”6 tonluk kaplumbağayı görmeye geldik, bunlar bize ufacık kaplumbağaları gösteriyor\” diye şikâyet ederler. Biyolog afallar… \”Kardeşim, 6 tonluk kaplumbağa olur mu, fil bile 5 ton\” der. Neredeyse kavga çıkacak iyi mi… Biyolog bakar ki, \”niye saklıyorsunuz?\” diye itiraz ediyorlar, \”nerden duydunuz böyle bi şey olduğunu?\” diye sorar. \”Sen ne biçim yetkilisin, hiç gazete okumuyor musun?\” cevabını alır. Biyolog koşar ofisine, girer internete.

İnanmayan girsin internete…

\”Bingöl\’deki yol yapım çalışmaları sırasında, toprak altında yaşayan 6 ton ağırlığında kaplumbağa bulundu. Vinç yardımıyla kamyona yüklenen 6 tonluk kaplumbağa, önce Diyarbakır\’a, oradan İzmir\’e gönderildi.\”

Onlarca gazete, binlerce internet sitesinde yayınlanmış bu haber… Hem vallahi, hem billahi, videosu bile var! Kamyon yoldan geçiyor, kasasında dev kaplumbağa… E haberi okuyan ahali de, gelse gelse hayvanat bahçesine gelmiştir diye, Doğal Yaşam Parkı\’na koşuyor.

Aynı haberin, \”İran\’da bulundu\” versiyonu da var… Yüzlerce kez \”Hazar Denizi yakınlarındaki ormanlık alanda 4.5 tonluk kaplumbağa bulundu. Yaşadığı tespit edilen 4.5 tonluk kaplumbağa, TIR\’a yüklenerek Tahran\’a götürüldü\” yazılmış… Ve, aynı haberin \”Elazığ\’da bulundu\” versiyonu da var. Bu haberi abonelerine servis eden haber ajansı bile var. Hatta, \”Elazığ\’ın değerini niye İzmir\’e kaptırıyoruz\” diye kampanya başlatan bile var!

Haberlerin altındaki yorumlara bakıyorum… Gözüyle gördüğünü iddia eden mi ararsın, AKP\’li onca belediye varken, CHP\’li İzmir\’e götürülmesini kınayan mı, gırla.

(Yeni Asır\’da çalışırken… İşe yeni başlayan çömez arkadaşların masasına bir telefon numarası bırakır, üstüne de, \”Aslan bey aradı, çok önemliymiş\” veya \”Ceylan hanım aradı, mutlaka görüşmek istiyor\” diye not yazardık. Arkadaş notu görür görmez, telefona sarılır, Aslan beyi veya Ceylan hanımı arar, kısa bi sessizlikten sonra da, kimseye çaktırmadan kapatırdı telefonu… Çünkü, bıraktığımız numara, hayvanat bahçesinin telefonu olurdu!)

O günler geldi aklıma, aradım İzmir Doğal Yaşam Parkı\’nı… \”6 tonluk kaplumbağanın bakımıyla ilgilenen biyologla görüşebilir miyim?\” dedim. Santral görevlisi, belli ki dangozlara laf anlatmaktan bıkmış, \”yuh be birader\” demedi, \”ayrılmayın lütfen\” deyip, biyolog Serkan Eğrilmez\’e bağladı beni… \”Nedir bu komedi?\” dedim. Anlattı.

\”Gelen gelene… Başka şehirlerden telefon edenler bile oldu. Böyle bi şey olmadığını, olamayacağını anlatamıyoruz. Yalan habere inanıyorlar, bize inanmıyorlar. Başa çıkamayınca, haberin peşine düştük. Kaynağını, ilk kimin yazdığını tespit edemedik. Zaten, habere konu olan video Türkiye\’de bile çekilmemiş. İran\’da çekilmiş. Videodaki İran taksileri açıkça görülüyor. Muhtemelen, çocuk parkına götürülen kaplumbağa heykeli.\”

Ucube yani!

\”Gerçek\”leri yazdığı için Uluslararası Basın Enstitüsü tarafından Dünya Basın Kahramanı ilan edilen gazeteciler içeri tıkılıyor, ahali 6 tonluk kaplumbağanın peşinde… Allah sonumuzu hayretsin demekten başka laf bulamıyorum doğrusu.

Nedim Şener

\"\"Quartiere Inferno
Via Male

Türkçesi?
Cehennem Mahallesi
Kötülük Sokak

Apo\’nun Roma\’da kaldığı lüks villanın adresiydi bu…
Cuk oturmuştu yani!

Moskova\’dan Aeroflot uçağıyla Fiumicino havalimanına inmişti. Abdullah Sarıkurt adına TC pasaportu vardı. Konya\’nın Kulu İlçesi Çöpler Köyü nüfusuna kayıtlıydı Abdullah Sarıkurt, Almanya\’da işçiydi ve 8 sene önce Konya Emniyet Müdürlüğü\’ne başvurarak, Frankfurt Başkonsolosluğu\’ndan yenilediği pasaportunu kaybettiğini bildirmişti. Ancak, Apo bu sahte pasaportu kullanmadı, gerek duymadı. Ben Abdullah Öcalan\’ım dedi. Çünkü, İtalya Başbakanı D\’allema, bildiğin dallamaydı, tezgâh kurulmuştu. Güya gözaltına alındı. Hapishaneye götürülmesi gerekirken, hastaneye götürüldü. Sarılık teşhisi kondu. Teşhis sarılıktı ama, ortopedi servisinde yatıyordu ve doktorlar kalbinden rahatsız olduğunu açıklıyordu! Sadece 8 gün sonra, hastaneden çıktı, hapishane yerine, göller bölgesinde bulunan, Cehennem Mahallesi Kötülük Sokak\’taki villaya yerleşti. Ana caddeye çıkışı olmayan, kepenkli, bahçesinde palmiyesi bulunan, iki katlı, dışardan görülmeyen, zula bivillaydı. Sahibi Enrico Peli, pilottu, Alitalia\’da… Marino emlak ofisi aracı olmuştu. Apo\’nun Roma temsilcisi kordiplomatik plakalı araçla gelmişti, yanında İtalya İçişleri Bakanlığı\’nın yetkilileri vardı. Aylığı 2 bin 200 dolardan, senelik kira sözleşmesi yapıldı, tiko para bastırıldı. Villaya uzaktan bakmak bile yasaktı. İtalya iç istihbarat teşkilatı Digos tarafından korunuyordu, sokağa bariyer, çatıya keskin nişancılar yerleştirilmişti. Apo, genellikle öğleden sonraları bahçesinde yürüyüş yapıp, kaslarını esnettiği villasında basın toplantısı yaptı. Digos ajanları, gazetecilerin donunu bile aradı, kalemlerini bile kontroletti, teyp, fotoğraf makinesi sokulmadı. Giriş katındaki salon, çanak anten bağlantıları, uydu telefonları, telsiz, bilgisayar, faks ve mikrofonlarla haberleşme merkezini andırıyordu. Apo\’nun üstünde Calvin Klein gri kadife takım elbise, Ferragamo kravat, çivit mavisi Enrico Coveri gömlek, ayağında Alman işi sandalet, gri yün tenis çorabı, bileğinde Suriye hatırası altın kol saati vardı. Antik Roma dönemine ait kitaplar okuduğunu, Machiavelli\’ye hayran olduğunu söyledi.
Türkiye ayağa kalkmıştı…

İtalyan markaları boykot ediliyor, ahali makarnaya PKK\’lı muamelesi yapıyor, spagetti bile yemiyordu. Ahaliye İtalyan görünmek için markalarını ellona mellona diye koyanlar ise, yandım Allah diyor, gazetelere sayfa sayfa \”ekmek çarpsın biz Türk\’üz\” ilanları veriyordu.

Sonra?
Buhar oldu Apo… Türkiye Başbakanı Ecevit, bugün de gene İsrail Başbakanı olan Netanyahu\’dan yardım istedi, Mossad devreye girdi, Amsterdam Schipol havalimanından Kenya\’ya uçtuğu, Yunan Büyükelçiliği\’ne yerleştiği saptandı. Özel uçakla Kuzey Irak\’a gidiyorum zannederken, paketlendi, memlekete hoş geldin oldu.

Sonra?
İtalya apar topar Ankara Büyükelçisi\’ni değiştirdi, eşi Türk olan büyükelçi gönderdi, İstanbul ve İzmir konsolosları değiştirildi, piar ekipleri kuruldu, partiler verildi, yedirip içirdiler bizim yalaka basını, kafaladılar. Tesadüfe bakın ki, beş sene önce sıra takımı Torino\’da bile başarılı olamayan Hakan Şükür\’ü İnter\’e, Fatih Terim\’i önce Fiorentina\’ya, hemen ardından Milan\’a transfer ettiler.
Sempati patlaması oldu,
Spagetti bile yemeyen ahali, aniden İtalyano oldu!

Sonra?
Bu arkadaşlar geldi.
Açılım yapıldı.
İtalya cankuşumuz
Yunanistan dostumuz
Suriye kardeşimiz oldu.
Terörle mücadele edenlerin alayı hapse tıkıldı, şeref madalyalı subaylar kafasına sıktı, PKK kırmızı halıda halay çekti.

Ve şimdi…
Apo villaya çıkıyor.

Soner Silivri\’ye, Mustafa\’yla Tuncay hücreye konuyor…
Nedim\’in evi basılıyor.

Türkiye\’nin en dürüst, en yurtsever gazetecilerinden biridir Nedim… Rayında yaşar. Eviyle işi arasında gidip gelen tren rayı… Onur duyulan arkadaş, kusursuz eş, mükemmel babadır.

Apo\’yu koruyan İtalyan gizli servisi vardı hiç olmazsa… Nedim\’in evini bizim kendi polislerimiz basıyor… İleri demokrasi dedikleri bu oluyor.

Ben Apo\’nun yerinde olsam…
Palmiyeli isterim.

Arap Kaosu İstanbul\’da Tezgahlandı!

\"\"Evet Hükümet, Libya\’daki Türk vatandaşlarının tahliyesi için elinden gelen her şeyi yapıyor. Peki ama bu çaba, AKP iktidarının İslam Dünyası\’ndaki girişimlerini aklar mı?
Bu sütunun okuyucusu, 29 Nisan 2005 tarihinde \”İstanbul\’da Kadife Devrim Toplantısı!\” başlıklı yazıyı hatırlayacaktır.
30 Nisan-1 Mayıs 2005 günlerinde, Topkapı\’daki Eresin Otel\’de \”Uluslararası İslam Dünyası Sivil Toplum Örgütleri Toplantısı\” düzenlenmişti. Toplantıyı görünürde \”Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı\” düzenlemişti. Arap Basını ise toplantıyı, aslında \”Türk Dışişleri Bakanlığı Büyük Orta Doğu Projesi Genel Koordinatörü\” Ömür Orhun\’un düzenlediğini belirtiyor ve bu konudaki bilgileri Amerikan basınına dayandırıyordu.

Arap basını, toplantıya, İslam ülkelerinde ABD ve ABD tarafından fonlanan sivil toplum kuruluşlarının davet edildiğini duyurmuştu.
Katar\’da yayınlanan Al Şark gazetesi, bu toplantının BOP kapsamında yapıldığını, şayet arkasında Türk Dışişleri Bakanlığı ve İslam Konferansı Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu varsa, Türkiye\’nin Arap kamuoyuna bir açıklama yapması gerektiğini yazmıştı.
Al-Nil adlı Mısır gazetesinde yazan Abdullah Hasan Mustafa, toplantının, Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan\’da hayata geçirilen Soros darbelerinin bir devamı niteliğinde olduğunu belirtmişti.
El Küdüs El Erabi adlı gazete ise Mısır ve Suriye\’deki Müslüman Kardeşler örgütü ve sivil toplum kuruluşları için ABD\’nin 1.1 milyar dolar kaynak ayırdığını ve bu örgütleri kullanarak Arap ülkelerinde darbeler hazırladığını, para ile ilgili haberlerin USA News gazetesinden alındığını da yazmıştı.

Bu gazeteler, Türkiye\’deki toplantının aslında Büyük Orta Doğu projesi kapsamında AKP ile ABD arasında imzalanan gizli bir anlaşmadan kaynaklandığını iddia ediyordu.
Anadolu Ajansı\’nın 16 Mart 2005 tarihli bir haberi, bu iddiaları teyit ediyordu:
\”Dışişleri Bakanlığı Geniş Orta Doğu Girişimi Koordinatörü büyükelçi Ömür Orhun, Işık Üniversitesi ve Demokratik İlkeler Derneği\’nce düzenlenen ‘Büyük Orta Doğu Projesi\’ konulu panelde dış politikada sadece hükümetlerin çabasının yeterli olmadığını, sivil toplum örgütlerinin de katkısının önemli olduğunu söyledi.
Emekli büyükelçi Emre Gönensay da \’Büyük Orta Doğu Projesi\’nde demokrasiyle İslam\’ın birarada yaşayacağı bir model düşünülüyor. Buna en güzel örnek de Türkiye\’ dedi.\”

Daha bitmedi! Katar\’ın başkenti Doha\’da ise 10 Nisan 2005\’te \”ABD-İslam Dünyası Forumu\” düzenlendi. Forum\’da İslamcı gruplara zeytin dalı uzatan ABD, tek şart ileri sürdü: \”Silah yerine siyasi ve demokratik yolla mücadele.\”
26 Haziran 2008\’de kamuoyunu bir defa daha uyardık:
\”Kanadalı gazeteci Mark MacKinnon, 2006 yılında İstanbul\’da Başbakan Tayyip Erdoğan\’ın açılış konuşmasını yaptığı Dünya Demokrasi Hareketi (World Movement for Democracy) adlı kuruluşun amacının, ‘Renkli devrimlerin Orta Doğu\’ya ihraç edilip edilemeyeceğinin görülmesi\’ olduğunu yazdı.
MacKinnon, NED, NDI ve IRI\’nın üst düzey görevlilerinin bu toplantıda bulunduklarını da bildirdi.
Bu ne demektir?
Soros darbeciliğini bütün Orta Doğu\’ya yaymak için AKP destekli bir organizasyon çalışıyor demektir!
Bugün Türkiye\’de darbe karşıtlığı çığırtkanlığı yapanlar, CIA\’nın örgütlediği güdümlü toplum kuruluşlarıdır.
Kimse bu sahtekârlığa aldanmasın!\”

Tunus\’tan başlayıp bütün Kuzey Afrika\’yı saran sözde devrimlerin arkasında ne olduğu konusunda bir şüpheniz kaldı mı?
Görüldüğü gibi bütün veriler bugün yaşanan olaylara harfiyen uygundur!

Müsterih Olun!

\"\"\”Türkiye farkı…\”
\”İşte bu kadar!\”

\”Dünya bize hayran.\”

Nedir bu?
Yandaş medya
manşetleri.

Libya\’daki vatandaşlarımızı tereyağından kıl çeker gibi kurtarmışız, şööyle şahane devletmişiz, böööyle muhteşem hükümetmişiz filan…
Onun manşetleri.

Şimdi bakın…
Bir mektup, okuyun lütfen.

Çok saygıdeğer bakan!

Ankara\’da yerleşik 25 büyükelçi, benim refakatimde, bakanlığınız tarafından organize edilen özel uçak ile Erzurum\’daki Universiade açılışına katıldık. Ankara\’dan gecikmeli havalandık. Pistin temizlenmesi için havada yarım saat tur attık. Bizi stada götürecek olan otobüs, belli ki, Erzurum\’un yabancısıydı, zira yolu uzattı, Başbakan\’ın davetine katılamadığımız gibi, açılış törenine de yetişemedik. Stada gelince, yer ayrılmadığını gördük, kalabalığın ortasına bırakıldık, hiçbir güvenlik kontrolüne tabi tutulmayan kalabalıkla birlikte, mücadele ederek, stada girdik, uzak bir köşeye oturduk, hiçbir yetkili bizimle temas kurmadığı gibi, 3.5 saat su bile verilmedi. Dönüş için kargaşayla otobüse bindik, otobüs şoförü büyükelçilerin tamam olup olmadığına bakmadan hareket etmeye kalktı, dışarda kalanlar oldu, zor durduruldu. Özel uçağa geldik, oradaki personelin elinde bize ait olmayan, başka isimlere ait biniş kartları vardı. Hiçbir bagaj, güvenlik veya isim kontrolü yapılmadan, biniş kartı bile istenmeden, isteyen herkes adeta yarışırcasına uçağa bindi. Hatta, TBMM Başkanı da büyükelçilerin özel uçağına binenler arasındaydı. Uçağın içinde 1.5 saat, pistte bekledik.

Kim bu?
Heidemaria Gürer.
Avusturya Büyükelçisi.
Su gibi Türkçe konuşur.
\”Milli gelin\”imizdir.
Eşi Türk.

Sonuna \”ünlem\” koyarak \”çok saygıdeğer\” hitabıyla resmi mektup yazdığı kişi ise, Türkiye Cumhuriyeti
Devleti\’nin devlet bakanı.

Yani?

Milli gelinimiz, zarif bir diplomat olduğu için \”Yuh be kardeşim!\” diyemiyor…
\”Dost acı söyler\” misali \”Öngörü ve organizasyon rezaletisiniz\” diyor.

Ve, Avusturya Ankara Büyükelçisi\’nin bu mektubu yazmasından taaa bir ay önce, Avusturya Dışişleri Bakanlığı, Libya\’da yaşayan, aralarında çifte vatandaş Türklerin de bulunduğu tüm vatandaşlarına mektup gönderiyor… \”Karışıklık çıkarsa, şunları şunları yapacaksınız, şu şu numaraları arayacaksınız, şu şu noktalarda Trablus Elçiliğimiz\’in şu şu yetkilileri ile buluşacaksınız\” diyor. Daha Mısır patlamamış, Tunus\’ta bile çıt yokken… \”Libya\’da karışıklığın eli kulağında, haberiniz olsun, pozisyon alın\” diyor.

Sonra?
Tunus yanıyor.
Mısır patlıyor.

15 Şubat\’ta, Libya\’nın karışmasına sadece 48 saat kala, Türkiye Cumhuriyeti\’nin Trablus Büyükelçiliği, resmi internet sitesinde, \”Libya\’da yaşayan vatandaşlarımıza\” başlığıyla duyuru yayınlıyor. Aynen aktarıyorum…

Büyükelçiliğimiz ile temasa geçen bazı vatandaşlarımız, bazı Mağrib ülkelerinde yaşanan olaylar sonrasında, Libya\’daki asayiş hakkında sorular yöneltmektedir. Libya\’da güvenlik ve istikrar bakımından sıkıntı yaşanmamaktadır. Libya\’da iş yapan şirketlerimizin endişe duymalarını gerektirecek durum yoktur. Vatandaşlarımızın müsterih olmaları tavsiye olunur.

Vatandaş diyor ki:
\”Kaçalım mı?\”
Büyükelçiliğimiz diyor ki:
\”Müsterih olun.\”

Gördük ebemizin müsterihini!

NOT:

Hükümet, dışişleri ve istihbarat rezaletimiz ortaya çıkınca, sayısını bilmediğimiz kadar vatandaşımız silahların ortasında mahsur kalınca, bazı vatandaşlarımız tutuklanıp, \”şimdilik\” bir vatandaşımız öldürülünce…
Yukarıda anlattığım skandal duyuru, Trablus Büyükelçiliği\’nin resmi internet sitesinden apar topar silindi!

ANTİ NOT:

Niye sildiler? \”Böyle bi duyuru yapmadık, yalan söylüyorlar, iftira atıyorlar\” demek için sildiler. Ancak… Başbakanlık\’a ait olan \”müşavirlikler.gov.tr\” adresine girin, Libya\’yı tıklayın, \”Libya\’da istikrar var\” başlığıyla, kabak gibi, orada duruyor… Onu silmeyi unuttular çünkü!

Mişın İmpasıbıl

\"\"Kaddafi…
Libya Kralı Türkiye\’de tedavi görürken darbe yapan, Yunanistan\’daki Hellenic Askeri Akademisi\’yle İngiltere\’deki Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi\’nden diplomalı subay. Oğlu, istihbarat başkanı. Dışişleri Bakanı ise, oğlundan önceki istihbarat başkanıydı.

Mübarek…
Sovyetler Birliği\’nden diplomalı hava kuvvetleri komutanı ve mareşaldi. Yetkilerini, istihbarat başkanı Ömer Süleyman\’a devretti. Beğenmediler. Ordu yönetime el koydu.

Netanyahu…
Ülke dışı operasyonları yürüten komando birliği Sayeret Matkal\’da görevliydi. Kardeşi, Entebbe baskınında öldü. Hükümet ortağı Ehud Barak, general, Entebbe baskınının komutanıydı. Ana muhalefet lideri ve dışişleri eski bakanı Tzipi Livni, Mossad casusuydu.

Esad…
İngiltere\’de göz doktoru, Suriye\’de genelkurmay başkanı oldu. Darbeyle iktidara gelen babası, Sovyet diplomalı hava kuvvetleri komutanıydı. Amcası, istihbarat teşkilatı başkanıydı.

Barzani, Talabani, El Maliki…
CIA Başkanı Leon Panetta, Obama\’nın Demokrat Partisi\’nden Temsilciler Meclisi üyesi, Bill Clinton\’ın Beyaz Saray\’daki başyardımcısıydı. Zaten, Irak\’ı işgal eden Bush\’un babası da, hem ABD Başkanı, hem CIA Başkanı\’ydı.

Francis…
Başbakanımızın \”tecrübesiz\” dediği ABD Ankara Büyükelçisi, Mısır ve Afganistan büyükelçisiydi, Türkiye, Irak, İran ve Ürdün uzmanı, Türkçe, İtalyanca, Fransızca, Arapça biliyor. Kendisinden önceki üç büyükelçinin CIA\’de görevli olduğu öne sürülmüştü.

Ahmedinejad…
Pastaran\’dı. Devrim muhafızı. Irak\’ta, özellikle Kerkük\’te örtülü operasyonlar yürüttü.

Aliyev…
Ülke babasından miras kaldı.
Babası KGB generaliydi.

Putin…
KGB casusuydu. KGB\’nin yerine kurulan iç istihbarat teşkilatı FSB\’nin başkanlığını yaptı. Matruşkası, devlet başkanı Medvedev ise, bize boruyu döşeyen Gazprom\’un başkanıydı.

Papandreu…
Babası ve dedesi, kendisi gibi başbakandı. Babası, Amerikan ordusunda subaydı. Yunanistan İstihbarat Teşkilatı Başkanı, hemşehrimiz sayılır, ismi \”Konstantinos\” Bikas, aslında diplomat, ABD, Kanada, Cezayir ve tesadüfe bak Irak Büyükelçisi\’ydi.

Elizabeth…
Çanakkale\’yi geçemeyen 5\’inci George\’un torunu, 12 dalda Oscar\’a aday olan ve şu an Türkiye\’de vizyonda bulunan kekeme kral\’ın kızı… İstihbarat Teşkilatı Başkanı Sir John Sawers, İran, Irak, ve Suriye\’de görev yaptı, al bi tesadüf daha, Mısır Büyükelçisi\’ydi.

Ya bizimkiler?
İETT teşkilatındandı.

Sanırım o nedenle deniz otobüsü gönderdik Libya\’ya… Yakın olsaydı, metrobüs gönderirdik.

Kelaj

\"\"\”5 binden fazla…\”
\”15 bin civarında…\”
\”20 bine yakın…\”

Rakamlar hep oval.
Sallıyor çünkü yetkililerimiz.
Bilmiyorlar.

Bakın, beş gün geçti…
Başbakanımız anca söyledi:
\”Asgari 25 bin…\”
Azamisi meçhul.

Gelenlerin hesabı bile karışık birader, 700 diyen de var, en az bin 100 diyen de.
– Trablus\’ta işçi misiniz?
– Airbus\’ta hostesim.

Gelen, uçakla geliyor.
Onu bile sayamıyorlar.

Tsunami mesela…
Orada kaç Türk olduğunu kimden öğrendik? Orada bulunan futbolcularımız Emre Aşık\’la Suat Kaya\’dan… Emre, o zamanlar formasını giydiği Beşiktaş\’ın yöneticilerini; Suat da, o zamanlar başbakan yardımcısı olan Galatasaray taraftarı Mehmet Ali Şahin\’i aramıştı \”kurtarın bizi\” diye… Bu telefonlar gelene kadar uçak muçak gitmemişti. Sosyetemiz ise, Semiramis Pekkan\’ın evine sığınmıştı. Sağlık durumlarını Ajda\’dan öğrenebilmiştik!

Şoförlerimizin şakır şakır kafasını kestiler Irak\’ta… Kimin kesildiğini ailelerinden öğrendik.

Halbuki, hatırlayın depremi…
İsrail ekipleri geldi, Gölcük\’teki binlerce enkazın altından eliyle koymuş gibi bulup, çıkardı kendi vatandaşlarını… Biliyor çünkü adam, hangi vatandaşı o anda nerede, hangi adreste.

(İddia ediyorum, arayın şu anda Berlin Belediyesi\’ni, Berlin\’de kaç kedi var, ev ev söylesin… Arayın büyükelçiliğimizi, vatandaşlarımızın adres listesini verebilirse Taksim\’de miyavlarım.)

(Hatta uzağa gitme… Elazığ Kovancılar\’da deprem oldu, alt tarafı 300 haneli köyde ölü sayısını 3 günde sayamadılar, 61 dediler, 51 dediler, 41\’e bağladılar, ki, o bile şüpheli.)

Veya, 11 Eylül…
İkiz Kuleler\’de Türk vatandaşı olup olmadığını günlerce öğrenebildik mi yetkililerimizden? Öğrenemedik.
Kimden öğrendik?
Kuledeki Türk sandviççiden!

Televizyonlara bağlanıp, anlatmıştı, hiç unutmam: \”Sarsıntı oldu. Hoparlörden ‘binayı terk etmeyin\’ anonsu yapıldı. Amerikalılar talimatı dinleyip odalarında otururken, biz Türkler anında kaçtık. Zaten, Allah\’tan erken oldu, merak etmeyin… Amerikalılar 8\’de işbaşı yapar, ben mecburen erken geliyorum, saldırı 8.45\’te oldu, Türkler henüz işe gelmemişti! Alt katlara geldiğimde, herkesi merdivenin sağ tarafından tek sıra halinde yürütüyorlardı. ‘Niye sol taraf boş\’ diye sordum, ‘yukarı çıkanlara ayırdık\’ dediler. Soldan indim jet gibi!\”

Sahipsiz…
Kendi göbeğini kendi kesmek zorunda olan bir milletiz biz.

Ya Libya derseniz…
Alın size Libya.

Öztürk Serengil.
Son delikanlılardan…
Orijinal serserilerdendi.
Ayhan Işık\’tan sonra en fazla para kazanan, ancak, ele avuca sığmayan, çapkın, çılgın, maceracı, anında çarçur etme rekortmeni sanatçımızdı rahmetli… Sığamadı buralara, 70\’li yılların sonu, kalktı, Libya\’ya gitti iyi mi…
Gazino açtı.

Davet eden bizzat Kaddafi…
Ne alaka?
Kıbrıs çıkarması için jetlerimize benzin yardımı yapmış, Türkiye bayılıyor o zamanlar Kaddafi\’ye… E o da popülaritesini artırmak için Türkiye\’nin bayıldığı sanatçıya açıyor kapılarını… Müteahhitlerimizi ülkesine buyur ettiği gibi yani.

Uzatmayayım, açıyor gazinoyu, içki yasak, çaktırmadan satıyor; kızlar filan… Libya\’nın ileri gelenleri ve diplomatlar kuyrukta tabii… Ne kadar alengirli adam varsa, alayının buluşma merkezi oluyor. Şırrak… 12 gün sonra \”bu adam casus\” diye içeri tıkıyorlar Öztürk Serengil\’i!

Turgutreis zindanına kapatıyorlar. Elçiliği arıyor, hükümete yazıyor, tanıdıklarını araya sokuyor, hikaye… Çıkamıyor. Boru değil, 6.5 ay yatıyor! Bakıyor ki, olacak gibi değil, Türkiye\’nin hayrı yok, çürüyecek burada, kendi göbeğini kendi kesmeye karar veriyor.

Eşini Libya\’ya çağırıyor, \”ilgili\” kişileri bulduruyor, sonrasını kendi üslubuyla, kendi ağzından anlatıyor: \”Hayatım kaymıştı. Kaçmak zorundaydım. Bazı yerlerden sinyal aldım. Bu sinyallere binaen, geceleyin böbrek sancısı tutmuş numarası yaptım. Mangırajı konuşturduk elbette… Beni hastaneye götüren hapishane arabası limana geldi, motora atladım, açıkta bekleyen gemiye, pırrr… Bu iş bana, o günün parasıyla 11 milyon liraya patladı. Üstelik, Sahara Bankası\’na yatırdığım 39 milyon lira mangıraj da Libya\’da kaldı!\”

Okuyunca insan…
\”Yeşşeee\” diyor.

Ancak…
Ha o gün, ha bugün.
Bazı şeyler hiç değişmiyor.
İster Maldivler\’de sosyete ol, ister Kahire\’de tekstilci, ister Bingazi\’de mühendis… Yine onun üslubuyla… Türkiye\’ye güvenip gittiğin her coğrafyada durum \”kelaj\” görünüyor.

Fizan

\"\"1883: Sigara ve alkollü içkilerin tüm gelirleri Düyun-u Umumiye\’ye bırakıldı.
1923: Cumhuriyet kuruldu.
1925: Sigara devletleştirildi.
1926: İçki devletleştirildi.
1946: İşin adı, Tekel oldu.
1954: İlk dış borcun alınmasından tam 100 sene sonra, anca, Düyun-u Umumiye\’ye son taksit ödenebildi.
1969: Tekel Kanunu çıktı.
2002: AKP iktidar oldu.

(Adapazarı, Düzce, Çine, Turgutlu, Mudanya, Yenişehir, Kocaeli, Hendek, Sinop, Şarköy, Merzifon, Geyve, Gölmarmara, Soma, Savaştepe, Ulubey, Ahmetli, Yenice, Çivril, Fethiye, Bergama, Dikili, Trabzon, Menemen yaprak tütün işletmesi kapatıldı.)

2004: Rakı satıldı.

(290 milyon dolara satıldı. Sadece Bilecik\’teki fabrika 100 milyon dolar ediyordu, ki, 17 fabrika satıldı. 35 milyon dolarlık rakı stoku… 100 milyon dolar civarında kuru üzüm, suma, şişe, etiket, anason stoku vardı. Binaları, arsaları saymıyorum gari.)

2006: Rakıyı 290\’a alan arkadaşlar, aynı rakıyı, 810\’a Amerikalılara sattı.

(Rakıyı 810\’a alan Amerikalılar, sadece geçen sene, 950 milyon dolar ciro yaptı.)

2008: Sigara satıldı. British-American\’a.

(Devlet Denetleme Kurulu\’nun helal süt emmiş müfettişinin raporuna göre, sadece iki fabrikanın üç senelik kârına satıldı. Kapatılan ve üzerine konut yapılması planlanan fabrika mülklerinin, 2 ila 3 milyar dolar değerinde olduğu öne sürülüyor.)

2008: Tekel nostalji oldu! Adı değiştirildi, tta oldu.
2010: Nostalji işçilerinin ağzı burnu kırıldı, suratlarına gaz sıkıldı, havuza atıldı.
Dün: Rakı gene satıldı.

Bu sefer İngiliz\’e.

(290 milyon dolara verilen rakıyı 810 milyon dolara alan Amerikalılar, aynı rakıyı, 2 milyar dolara İngilizlere sattı.)

Aynı gün: Bizde Tekel Kanunu çıktığı sene, Libya\’da darbe yapıp, iktidar tekeli kuran… Bizim Tekel işçileri havuza atılırken, bizim Başbakana İnsan Hakları Ödülü veren Kaddafi, ayvayı yedi.

Bilmiyorum tabii, iktidar tekelinde dönen dolapları görmek için taa Fizan\’a gitmeye gerek var mı…

Diktatör ve Soytarı

\"\"Diktatör \”dikte eden\” kimse demek.
Böyle bakıldığında, dilimize \”buyurgan\” diye çevrilebilir.
Tartışmadan hoşlanmaz.
Ağzından çıkan her sözü \”hikmet\” olarak görür.
Eleştiriye tahammülsüzdür.
Zaten bir zaman sonra çevresinde onunla tartışmayı göze alabilecek kimse kalmaz.
Eleştirinin en küçük dozu bile bu çevrede yer bulamaz.
Bir an gelir, diktatörün çevresinde sadece şakşakçılar, dalkavuklar ve soytarılar kalmıştır.
Bu onun zaten yerinde olmayan akıl sağlığını daha da bozar.
Diktatörleştikçe yalnızlaşır, yalnızlaştıkça diktatörleşir.
Bu yalnızlaşmada diktatör ve soytarı birbirine karışır.
Kimin diktatör kimin soytarı olduğu ayırt edilmez olur.

Diktatör ve soytarı ilişkisini en güzel Charlie Chaplin anlatmıştır.
\”Diktatör\” adlı filminin adı pekâlâ \”Soytarı\” da olabilirdi.
Hitler orada soytarı olarak gösterilmiştir.
O gerçekten de rol yapan bir soytarıdan farksızdır.
Saçsız ve bıyıksız Mussolini de öyledir.
Çünkü mesele saçta ve bıyıkta değil, davranıştadır.
Diktatörün akıl sağlığının bozukluğundadır.
Ciddi ve ürkütücü görünüşünün ardındaki zavallılığındadır.

Kasımpaşa\’yı Unkapanı\’na bağlayan caddelerden birinde genellikle sabah saatlerinde ortaya çıkan bir deli vardır.
Trafik polisliği rolünü üstlenmiştir.
Teneke parçalarını madalya olarak taktığı üniforma kalıntısı giysilerinin içinde görevini büyük bir ciddiyetle yerine getirirken insanın içinde acıma duygusu uyandırır.
Ne deliliğinin ne soytarılığının farkındadır.
Sanki ilahi bir güç tarafından görevlendirilmişçesine, zaten dar olan tek yönlü caddenin tam ortasında durmuş, gelip geçen arabaları el kol hareketleriyle yönlendirme çabasındadır.
Yüzündeki ve davranışlarındaki ciddiyete karşın ve belki de özellikle bu nedenle o bir soytarıdır.
Sanırsınız bütün bir yaşama yön verecek kadar kendini yücelerde gören bu zavallı deli, aklını kaçırmamış ya da akıl sağlığı zaten bozuk olarak doğmamış olsa, karşımıza bir diktatör taslağı olarak da çıkabilirdi…

Soytarıyla komedi sanatçısı arasındaki fark, soytarının ölçü tanımazlığındadır.
Soytarı ve diktatör arasındaki benzerliklerden biri de buradan geliyor olabilir.
Soytarı güldürmek için her türlü şaklabanlığı dener.
Diktatör için de akıl ve mantık tutarlılığı diye bir zorunluluk yoktur.
Tehditle sonuç alamadığında yalana başvurur.
Dün söylediğini bugün yadsıması olağan şeydir.
Gerekli gördüğünde kendini acındırmak için yalvarmaktan utanmaz.
Her şeyi yalan dolandır.
Görünürdeki hedefi ne olursa olsun, asıl sorun, kişiliğindeki doyumsuz buyurganlık hırsıdır.
Bu ise delilik değilse bile ciddi bir kişilik bozukluğu, diktatörün konumu bakımından da toplumlar için tehdit oluşturan bir tehlikedir.

Ben bir diktatördeki kişilik bozukluğunun görüntülerini 12 Eylül döneminde kapatıldığımız cezaevindeki TV haber programlarında izledim.
Söylediği her cahilane söz sanki bir Tanrı kelamı, bizlerin ve ülkenin kaderini yönlendiren tartışılmaz öngörüler, saptamalar ve direktiflerdi.
Bugün bu ülkede herhalde hiç kimse, sözünü ettiğim Kasımpaşalı deli bile o diktatörün yerinde olmak istemez…
Bütün diktatörlerin kaçınılmaz sonu giderek soytarılaşmak, sonunda da tarihin çöplüğünde layık oldukları yeri almaktır.