ATATÜRK\’ten ve Ordudan Ne İstiyorsunuz?

Milletten, özellikle gençlerden gelen mektup ve yorumlara bakıyorum, çoğunda \”Atatürk\’e dil uzatılmasına ve ordunun bir tartışma içine çekilme gayretine\” büyük tepki var. Düşünün, bu ülkede Meclis Başkanlığı yapmış hukukçu bir kişi; Bülent Arınç (ki bu konuyu dün yazacaktım yer kalmadı) \”sanki iyi düşünülerek planlanmış bir adım gibi\” aniden ortaya çıkıyor ve \”biz yargıya intikal etmiş bir olay hakkında konuşmayız\” diyen ordu mensuplarına tam bir kışkırtma içeren sözleriyle hakaret ediyor.

Kemal Kılıçdaroğlu ile partisini ve herkesi \”Deniz Feneri ve Şaban Dişli davalarını ağzınıza alamazsınız, gizlilik kararı var, yayın yasağı var\” benzeri çıkışlarla sustururken yine yargıda olan ama \”yargı kararı çıkmamış\” henüz sadece iddialardan söz edilen bir davayla ilgili suçlamalarda bulunuyor. Yaptığı yanlışa sıkılmadan bir de \”Allah\”ın adını karıştırarak emekli orgeneraller için \”Allah\’a şükrediyorum ki Türkiye bunların zamanında bir savaşa filan girmemiş. Bunların savaşacak halleri yok. Savaştan, askerlikten başka her şeyle uğraşmışlar, darbelerle uğraşmışlar, dış güçlerle işbirliği bile yapmışlar\” diyor.

Şimdi, bu cümlelerin her biri kışkırtma veya ağır suçlama olduğu gibi mahkemeyi etkileme anlamını en güçlü şekilde taşımıyor mu? Taşıyor…

Peki neden Deniz Feneri ve Şaban Dişli için Kemal Kılıçdaroğlu konuşamasın da, bir başka dava için Bülent Arınç konuşabilsin? Bir gazete \”Darbeder Paşalar\” başlığı atabilsin ya da verilecek müebbet hapis cezaları dava bitmeden liste halinde yazılsın?

Bülent Arınç\’ın konuşmasına TSK\’dan haklı bir cevap geldi tabii ama beklediği 22 Temmuz öncesi muhtırasına benzer, partisine oy katacak, mağdur rolü oynamasını sağlayacak (lütfen ama lütfen biri bu görevi üstlensin, bütün hesap bu) sertlikte değildi. Sadece \”bir hukukçunun yargı kararı olmadan kimseyi suçlamaya hakkı olmadığını\” bildiriyordu.

MAĞDUR ROLÜ ŞART!

Ama Bülent Arınç kesin kararlıydı, sanki \”hukuk\” hatırlatılmamış da kendisinin yaptığı gibi \”hakaret edilmiş\” havası yaratarak aynı gün: \”Bunun hukukla ne ilgisi var, bu suçlamayı kabul etmiyorum, Türk siyasetçisi cesur olmak zorundadır, sivilleri azarlamak olmaz, siyasetçi paspas değil\” benzeri (bu durumda çok) anlamsız cümleleri ardarda sıraladı.

Devam eden bir davayla ilgili sonuç söylüyorsun, bunun hukukla ilgisi yoksa, \”masuniyet karinesi\” ile ilgisi yoksa neyin var? Ayrıca o kadar hakarete karşılık yapılmış bir hatırlatmanın paspaslıkla, azarla ne ilgisi var? Yani herkes ve her kurum sizin baskınıza, hakaretinize susmak zorunda mı?

Seçim öncesi (22 Temmuz\’dan tadı damaklarında kalan) muhtıra beklenmiyorsa ne bekleniyor da bu kışkırtma yapılıyor?

TSK\’nın bu oyuna gelmemesi ve asla iktidarla tartışmaya girmemesi gerektiği apaçık ortada…

Öte yanda Atatürk\’le ilgili \”Vahdettin ona on bin altın verdi\” benzeri sözleri gündeme getirmelerinin de toplumda tepki yarattığını bilmeleri lazım. Seçim öncesi Atatürk\’e, orduya, laikliğe sataşmadan istedikleri oya ulaşmaları zor mu olacak, endişe bu mudur acaba?

Altına Koşanları Bekleyen Tehlike

\"AltınaFiyatların yeni rekorlar kırmasıyla, endişeli zenginler altın külçelerini evlerindeki kasalarda biriktiriyor. Newsweek bu değerli maden için alışverişe çıktı.

Yüz onsluk bir altın külçesini elinize aldığınızda, size şaşırtıcı derecede küçük ve daha da şaşırtıcı olarak ağır gelir. Büyükçe bir gofret paketinden daha uzun ve geniş olsa da ağırlığı eski matematik kitabınızla hemen hemen aynı, yani 3 kiloya yakındır. Rengi aklınızdan çıkmaz. Saf altın gerçek altındır. Alyansınız ya da anneannenizin bileziğine benzemez. Tıpkı okyanusun laciverti gibi koyu, yoğun bir sarı ve parlaktır. En sonunda neden İncil\’de cennetin sokaklarının onunla kaplı olduğunun yazıldığını anlayabilirsiniz. O gün elimde duran altın külçesinin değeri yaklaşık 100 bin dolardı. Yanımdaki kişi emeklilik çağında, kurulu düzeni olan, başarılı ve hali vakti yerinde bir işadamıydı. Dow Jones\’un düşüşü ve Obama\’nın teşvik planının kaçınılmaz olarak çok yüksek bir enflasyona neden olacağı korkusuna karşı bir tedbir olarak o külçeyi satın aldı. Alışveriş, HSBC Bankası\’nın Manhattan\’ın merkezinde bulunan şubesinin bodrum katında gerçekleşti. Külçeyi ona verdim, çantasına koydu. Yukarı çıktık, korumaların yanından metal kapılara doğru ilerledik. Dışarı çıkarken ona hoşçakal, dedik ve 100 bin dolarlık çanta taşıyan bu ince uzun adamın arkasından baktım. Bana adını söylemek istemedi, aslında onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Altını bodrumundaki bir kasada saklıyor. Söylediğine göre, arkadaşları da aynı şeyi yapıyormuş. \”Altın alıp bir kenara koyan zeki, akıllı, iyi eğitimli ve iyi niyetli insanların sayısında bir artış var\” diyor finans haberlerinin günlük analizlerinin yapıldığı The Gartman Letter adlı bültenin editörü Dennis Gartman.

Cincinatti\’de yaşayan hidrolik kontrolörü John Wynocker 15 yıldır altın, gümüş para ve külçeler satın alıyor. Fakat Obama\’nın teşvik paketinin kabul edilmesinin ardından daha fazla almaya başlamış. Şakayla karışık bu değerli madeni kendisinin bile bulamayacağı yerlerde sakladığını söylüyor. Altınları gömüp gömmediğini soruyorum. \”Belki de\” diyor. \”Ülkemiz bir süredir borçlu, ekonomi tökezliyor, bir gün emekli olmak istiyorum. Kendimi korumak için başka ne yapabilirim?\” Bu delilik mi? İşte şehrin dışında yaşayan, saygın, sıradan biri; dünyanın sonunun geldiği paranoyasıyla hareket ediyor. İşte Wynocker, mali geleceğinin dizginlerini bir kürek yardımıyla elinde tutmak isteyen bir iş- adamı. Altın tüm zamanların en yüksek fiyatına yaklaşarak, 13 Mart\’ta ons (28,5 gr) başına değeri bin doları geçti. Altın para ve külçelerini teslim alan Amerikalılar\’ın sayısı da artıyor. Dünya Altın Konseyi\’ne göre, Amerikalılar 2008\’de 600 ton altın külçe ve para satın aldı. 2007\’ye göre yüzde 47\’lik bir artış var. Tabii bu rakamlar altın çılgınlığının salgına dönüştüğü Avrupa\’daki kadar olmasa da, madenin yükselen fiyatı göz önünde bulundurulduğunda gayet dikkat çekici. ABD ekonomisinde yukarı doğru bir hareketlenme var ve alıcılar muhtemelen kendilerini bu dev altından balonun bir parçası olarak görüyor.

Fakat analistler borsaların kontrol altına alınamaması ve emlâk değerlerinin düşmeye devam etmesi halinde daha fazla insanın güvenilir ve değeri bakımından hükümetlere bağımlı olmayan yatırımlara yönelmek isteyeceği görüşünde. \”Kasım\’da, kredi krizi ciddi biçimde kontrolden çıkmaya başladığında, insanlar altının tetiğine basmıştı\” diyor Amerikan Değerli Maden Borsası Başkanı Scott Thomas. \”En başta da emeklilik fonlarının zamanla aşındığını gören anne ve babalar.\” Bu arada cengâver yatırım danışmanları da altın için yanıltıcı propaganda yapıyor, hatta bazıları ons başına fiyatın 2 bin 300 dolara yükseleceğini vaad ediyor. \”İnsanlara \’Panik var, acele etmeyin\’ diyoruz\” diye dalga geçiyor online finans bülteni The Daily Reckoning\’in yayıncısı Addison Wiggin.

Geleneksel olarak iki tür altın yatırımcısı var: Spekülatörler ve stokçular. İlk grup, altının fiyatını belirleyen vadeli işlemler piyasasından faydalanıyor. Genellikle kazandıkları ya da kaybettikleri paranın, altının sahibi olmakla bir bağlantısı yok: Çoğu modern çağ yatırımcısı gibi, altın edinimleri bilgisayar ekranındaki görüntülerden ibaret. Stokçularsa farklı. Onlar altını gerçek bir mal olarak satın alıyor ve kara günler için saklıyorlar. Stokçular her zaman vardı, fakat krizler sırasında sayıları artıyor. 1929 bunalımı sürerken, Başkan Franklin Roosevelt likiditeyi sağlamak amacıyla 1933\’te çıkarılan bir kanunla stokçuluğu yasaklamıştı. Altın para ya da külçelere sahip olan herkesten (koleksiyoncular dışında) ellerindekini ons başına 20 dolara paraya çevirmelerini talep etmişti. Kanun 1975\’te yürürlükten kaldırıldı ve o zamandan beri satıcılar gerçek, somut altın satıyor.

Yöntemler çeşitli olsa da, bütün altın satıcıları peşin fiyatın üstüne bir prim ekleyerek altını nereye isterseniz oraya (genellikle de ABD posta servisi ile) gönderiyorlar. Kendi postacımın bir altın külçesini apartmanın posta kutusuna bıraktığını düşünerek, California Newport Beach merkezli bir satış noktası olan Monex\’in yetkilisi Michael Maroney\’e soruyorum. Postaneler değerli metaller için sigorta oranlarını düşük tutuyor, diye açıklıyor Maroney. \”Ne zaman teslim alacağınızı söyleyemeyiz ama asla kaybolmaz.\”
Altın satışları en son 2000\’de yaşanması beklenen dijital kıyametten önceki yıl tavan yapmıştı. Kıyametin geleceğini düşünen Amerkilalılar, bodrum ya da arka bahçelerinde silah ve konserve kutularının yanında altın da sakladı. Evinizde çok miktarda altın tutmak sizi bir hedef heline getirir, sigortalama da maliyetli bir iş. Ve altın bir kez çalındı mı eritilmesi ve başka şekle dönüştürülmesi kolay olduğundan onu geri almak neredeyse imkânsız hale gelir. First Federal Coin şirketinin başkanı Nick Bruyer tam da bu nedenle her zaman \”iyi bir bankada, iyi bir kasa\” önerdiğini söylüyor. Yine de, altın stokçularının mantıkları acil durumda onları yakınlarında tutmak şeklinde işliyor ve bankalara güvenmiyorlar. Cannon Safe şirketinin kasa satışları 2008\’de yüzde 43 arttı ve CEO Aaron Baker\’in tahminlerine göre yeni müşterilerinin yüzde 30\’u kasalarında değerli maden saklıyor. Şirket yeni bir reklam kampanyası üzerinde çalışıyor. \”Hiç kapanmayan banka. Siz Cannon kasasısınız.\” Kısa süre sonra bu sloganın Wall Street yakınlarındaki reklam panolarında yer almasını umuyor.

Baskı dönemlerinde, benzersiz nitelikleri ve değerli bir varlık olarak uzun tarihi, altın almayı cazip hale getiriyor. Altın altındır diyor propagandacılar. Parasal değeri yükselip düşebilir ama öz değeri asla değişmez. Altın endüstrisinden insanlar bu durumu şöyle örnekliyor: Ortaçağ\’da, bir ons altın parçası bir erkeği baştan aşağı giydirirdi. Bugün bir ons altın parçası (yaklaşık 950 dolar) bir erkeği baştan aşağı giydirir. Sağladığı ağırlık hem psikolojik hem de finansal. \”Güneşe benziyor ve mükemmel yansıtıyor\” diyor Amerikan Nümizmatik Topluluğu\’ndan küratör Robert Hoge. \”Dövülerek toz ya da folyo haline getirilebilir; bir tel yapılabilir, şimdiye kadar bilinen en iyi madde. Oldukça yumuşak ve düşük ısıda da eritilebiliyor\” diyor Hoge. \”Kuşlar bile parlak nesneleri topluyor.\”

En azından milattan önce altıncı yüzyılda, Lidya Kralı Krezus (Krezus\’tan zengin, lafından hatırlayın) altın yığınlarının eritilerek standart şekil ve ağırlıklara dönüştürülmesine karar verdiğinden beri altın para harcandı, ticarete konu oldu, stoklandı ve madeni paraların en değerlisi oldu. Modern tarihin büyük bölümünde, devletlerin para birimleri altınla desteklendi, altın standardı olarak bilinen ekonomik bir uygulama enflasyonu sınırlama anlamına geldi. Fakat şimdi altın almanın makul bir yanı var. Tarihi olarak, altın fiyatı dolardaki dalgalanmalarla ters yönde bir ilişkiye sahipti ve bu nedenle nihai enflasyon önlemi olarak görüldü. Kitco şirketi için çalışan ve borsalara kötümser bakan altın analistlerinden Jon Nadler, \”Altın, portföyünüzün geri kalanı için hayat sigortasıdır\” diyor.

Nadler boşa konuşmuyor. 1972\’de komünist Romanya\’dan kaçarken \”ceplerim dörtlük ve birlik düka altınlarıyla doluydu\” diyor. Hayatında üç kez altın saklamış: Romanya\’dan ayrılırken, küçük bir mülk edinirken ve en son da büyük oğlu Harvard\’a kabul edildiğinde. Demokratik hükümetlerin ve finansal piyasaların genellikle düzgün işlediği Kuzey Amerika\’da, bir insanın kaçarken yanına somut varlıklar alması ihtimali acayip bir durum olarak değerlendiriliyor. Fakat doğal afetler nedeniyle sığınma arayanlar, soykırım ya da Ruanda\’daki iç savaştan kaçanlar için, alım satım veya takasta kullanmak üzere somut varlıklara sahip olmak sadece akıllıca değil, aynı zamanda hayat kurtarıcı olabilir. \”Bu yüzden insanlar altını, çağların para birimi olarak görüyor\” diyor Nadler.

Geoff Farnham altına yaptığı yatırım hakkında net bir vizyona sahip. Bu bir tedbir, aşk macerası değil. California\’lı emekli yazılım mühendisi altın biriktirmeye, amcasından kalan nadide birkaç altın paradan sonra başlamış. Ama geçen yıl çok daha fazlasını satın almış. Bugün sahip olduğu portföyün yüzde 15\’ini bir kasada sakladığı altın paraların oluşturduğunu söylüyor. Gollum\’un (J.J.R. Tolkien\’in \’Yüzüklerin Efendisi\’ kitabındaki karakterlerinden biri) \’kıymetlisi\’ne yaptığı gibi altınlarını zevkle seyretmeyi çekici bulmuyor. \”Neticede sadece bir maden\” diyor. \”Daha önce olabileceğini düşündüğüm kadar heyecan verici değil.\” Aynı zamanda Farnham kim olursa olsun tüm altın meraklılarının bir aşamada en kötü ihtimalin gerçekleşmesinden korktuklarına inanıyor. \”Altın almak hayatta kalma gibi bir güdü içeriyor. Sanırım amcam bu yüzden herşeyden önce altın aldı. Ona ihtiyaç duyulacak günü yaşamaktan nefret edeceğim sanırım.\”

Sorunun kaynağı da bu zaten. Küresel ekonomik çöküş ve enflasyon zamanında, kâğıt banknotların değersiz olduğu bir dünyada, iyi niyetle saklanan altınlar ne olacak? Altın külçenizle 7-Eleven\’a gidip nasıl bir şişe süt alırsınız? California merkezli Goldline şirketinin yöneticisi Mark Albarian, dolar değersiz olduğunda, bir külçe altınla bir deste dolar satın alabilir ve bunu da süt almakta kullanabilirsiniz diyor. \”Aklımıza gelmeyen başımıza gelir diye satın alıyoruz.\” GoldMoney adlı bir şirketi yöneten James Turk, bu kıyamet senaryosunu bir adım öteye götürüyor: Mali bir felaket sırasında, altınınızı eritip şekil vererek para haline dönüştürecek ya da bunları değerli bir para birimi için değiştirecek girişimciler ortaya çıkacak.

Nadler bunu onaylamıyor. Öncelikle, altın satıcılarının kendi kazançları için sistemik bir çöküş korkusunu körüklemelerinin iki yüzlü bir davranış olduğunu söylüyor (kendi de bir perakendeci için çalışmasına rağmen). İkincisi, iyimser olmak için nedenler var. \”Bu işler döngüsel olma eğilimindedir. Yaratıcılık, beceri ve insan azmi sorunları çözer. Beyaz Saray\’da zinde ve sorunları çözmeye kararlı bir yönetim var.\” Ne olursa olsun, altın külçeler ve parçalar kıyamette hayatınızı kurtarmayacak diyor Nadler. \”Bence o gün sakinleştirici Cipro ve mermilerle daha rahat edersiniz.\” Altının tüm zamanların en yüksek noktasında olduğu konusunda uyarıyor ve çok sayıda insanın yüksek fiyattan altın aldığında neler olduğunu gördüğümüzü söylüyor. Nadler\’e göre yapılacak en iyi şey, küçük bir altın satın almak – \”Gitmek zorunda kalırsanız Fiji\’ye son bir uçak bileti almaya yetecek kadar\” – ve sonra da fiyatların düşmesini ümit etmek. Altın düşüşe geçerse, emeklilik fonunuz muhtemelen eski haline dönecek ve siz de hazine için arka bahçenizi kazmak zorunda kalmayacaksınız.

www.newsweekturkiye.com.tr

Klonlamadan Sonra Bu

\"\"AKP teşkilatının kadın üyelere göndereceği mesaj, yanlışlıkla medya mensuplarına da ulaştı

GAZİANTEP\’te, AKP Kadın Kolları Genel Başkanı ve Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin\’in katılacağı panel için teşkilat tarafından kadın üyelere gönderilen mesaj, yanlışlıkla medya mensuplarına da ulaştı. Cep telefonu mesajında panele her kadının yanında 5 kişi getirmesi istendi, yanlışlık fark edilince \”düzeltme\” başlığıyla yeni bir SMS gönderildi.

AKP\’nin Manisa mitingini kalabalık göstermek için uyguladığı photoshop programıyla uygulanan klonlama yönteminin yankıları sürerken, Gaziantep\’te de yine tartışılacak bir uygulama \”yanlışlıkla\” ortaya çıktı. AKP Kadın Kolları Genel Başkanı Fatma Şahin\’in Dünya Kadınlar Günü nedeniyle konuşmacı olarak katılacağı, Şato Restaurat\’daki panel için kadın üyelerine toplu SMS atan parti teşkilatı, SMS\’leri yanlışlıkla tüm gazetecilere de yolladı. Mesajda, \”09.03.2009 Pazartesi saat 09.30\’da Şato Restaurant\’da Sn. Fatma Şahin\’in katılımıyla düzenlenecek panele katılımlarınızı rica ederiz. (Her kadın yanında 5 kişi getirecektir)\” ibaresi yer aldı.

SMS yanlışlıkla gazetecilere de gönderildiğinin farkına varan teşkilat görevlileri, birkaç dakika sonra AKP İl Kadın Kolları Başkanı Gülsüm Avcı imzasıyla medya mensuplarına \”Düzeltme\” başlığıyla sadece davetiye niteliği taşıyan yeni bir SMS gönderdi. Bu mesajda ise \”09.03.2009 Pazartesi saat 09.30\’da Şato Restaurant\’da Sn. Fatma Şahin\’in katılımıyla düzenlenecek panele katılımlarınızı rica ederiz. Gülsüm Avcı İl Kadın Kolları Başkanı\” bilgisi yer aldı.

\"\"

AKP\’nin Miting Alanında Photoshop

\"\"AKP Manisa İl Başkanlığı\’nın, MHP\’nin mitingine katılımın az olduğu iddiasıyla yaptığı basın açıklamasında sunduğu, kendi mitinglerindeki kalabalığı gösteren fotoğraflar şaşkınlık yarattı. Dağıtılan 4 gün önceki AKP mitinginin fotoğrafında, bilgisayarda photoshop programında klonlama tekniğiyle insanların çoğaltıldığı ortaya çıktı. Olayı \”skandal\” olarak niteleyen MHP İl Başkanı Mesut Bayram LAÇALAR, \”Bunların iyice gözü dönmüş. Kaybedeceklerini anlayınca gerçekleri örtbas etmeye çalışıyorlar\” dedi.

MHP lideri Devlet Bahçeli\’nin önceki günkü Manisa mitinginin ardından ortalık karıştı. Cumhuriyet Meydanı\’ndaki mitingin bitiminden yaklaşık 2 saat sonra AKP İl Başkanlığı\’ndan basın bürolarına, \”Boylarının ölçüsünü aldılar\” başlıklı bir açıklama geçildi. İl Başkanı Mustafa Uyumaz imzalı açıklamada şöyle denildi.

\”Değerli Manisalılar; hepinizin medyadan takip ettiği üzere MHP mitingini de görmüş olduk. AKP mitingine dil uzatanlar boylarının ölçüsünü aldılar. AKP mitinginde Cumhuriyet Meydanı, sokaklar ve caddeler tıklım tıklım dolu olmasına rağmen 20 bin kişi olduğunu iddia edenler kendi mitinglerini de gördüler. Onların deyimiyle o zaman kendi mitinglerinde 5 bin kişi bile yoktu. Gelen insanları da çevre illerden getirdikleri ortada. 40-45 otobüs, 30-35 minibüs, 20-25 midibüs dolusu insan getirerek alanı doldurmaya çalıştılar. Bunu diğer partililer gibi haybeye söylemiyorum. Şehir giriş çıkışlarında bulunan arkadaşlarımızın tespiti üzerine bunları söylüyorum. Bunların seçimler yaklaştıkça paçaları tutuşuyor ve kime laf atacaklarını şaşırdıkları için böyle bir komik duruma düşüyorlar.\”

Klonlamalı Fotoğraf

Açıklamaya, AKP\’nin 4 gün önce, aynı meydanda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan\’ın katılımıyla düzenlediği mitingi gösteren fotoğraflar da eklendi. Ancak, AKP\’nin miting fotoğrafına dikkatli bakıldığında, sol alt köşesindeki kalabalıkta benzer insanların dizili olduğu, sol alt tarafta ise aynı kıyafetli ve kollarını birbirine kavuşturmuş birden fazla insan ile aynı kasket ve montu giymiş kopya insanların bulunduğu flu görüntü dikkat çekti. Üzerinde oynandığı açık şekilde belli olan fotoğraflar şaşkınlık yarattı.

MHP İl Başkanı Mesut Bayram Laçalar, AKP\’nin kolonlanmış miting fotoğraflarını skandal olarak niteledi. Yağmura rağmen MHP mitingine katılımın fazla olmasının AKP\’li yöneticileri rahatsız ettiğini savunan Laçalar, şunları söyledi:

\”AKP\’nin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan\’ın katılımıyla düzenlediği mitinge belediye hizmet araçlarıyla insanların meydanlara doldurulduğunu tespit ettik. Yine Soma Linyit İşletmeleri\’ndeki işçiler mesailerinden alınarak baretleri, iş kıyafetleriyle alanlara taşındılar, bunu herkes gördü. Buna rağmen mitingteki coşkusuzluğu AKP\’li yöneticiler izah edemedi. MHP\’nin mitinginde şiddetli yağmura rağmen insanlar para verilmeden ve devletin gücü kullanılmadan alanlarda toplanabildi. AKP miting fotoğrafına fotomontaj yaparak MHP\’nin mitingini karalamaya çalışmıştır. Olmayan insanları varmış gibi çoğaltmış, boş yerleri bilgisayar yardımıyla doldurarak insanları basın yoluyla kandırmaya çalışıyorlar. Bunların gözü dönmüş, kaybedeceklerini anlayınca gerçekleri örtbas etmeye çalışıyorlar. Miting fotoğrafındaki boş alanlara foto montajla insan eklemek ak siyasetin neresinde?\”

AKP Manisa İl Başkanı Mustafa Uyumaz ise kolonlamayla meydandakilerin sayısının artırıldığı fotoğrafları sadece bilgisayar çıktısı olarak gördüğünü söylemekle yetindi.

Danışman Görevden Alındı

AKP\’nin Manisa mitingine gelenleri olduğundan daha kalabalık göstermek için photoshop tekniğiyle kolonlanmış fotoğraf skandalının ardından, bir yıldır AKP Manisa İl Başkanlığı\’nda görev yapan 22 yaşındaki Hilmi Özyılmaz\’ın işine son verildi.

Partide görev almadan önce yerel televizyonlarda muhabirlik yapan Hilmi Özyılmaz, \”AKP mitinginin fotoğrafını panoramik çekmek istemiştim. Bunu yapma şansım olmayınca photoshop programıyla düzeltmeye çalıştım. Photoshopu kullanmayı da çok iyi bilmediğim için insanlar üst üste binmiş. Kötü bir niyetim yoktu\” dedi.

İl Başkanı: Teknik Hata Olmuş

AKP Manisa İl Başkanı Mustafa Uyumaz da sözkonusu fotoğrafların, AKP İl Başkanlığı\’nda basın işlerinden sorumlu Hilmi Özyılmaz tarafından kendilerine bilgi verilmeden servis yapıldığını öne sürdü. Özyılmaz, \”Yapılan, art niyetli olmayan teknik bir hatadır. AKP Manisa mitingine gösterilen ilgiye herkes şahit oldu. Bizim böyle bir bilgisayar düzenlemesine ihtiyacımız yoktur. Ama bu hatayı yapan arkadaşımızın işine de son verdik\” diye konuştu.

Türkiye Batacak Da Siz Ayakta Mı Kalacaksınız!

ABD\’nin sembol şirketlerinden General Motors\’un iflas edebileceğini açıklaması dün bütün dünyayı sarstı. Çok önemli olsa bile sadece bir şirketin çökme ihtimalinin yıkıcı etkisini ölçmek için dikkat çekici bir örnek. ABD ekonomisinde resesyonun başlama tarihi kabul edilen Aralık 2007\’den bu yana 3.6 milyon kişi işini kaybetti. Şirketin batması bu sayının üstüne 260 bin daha eklenmesine yol açacak. Şirketin kurtarılması ise en az o kadar zararlara yol açıyor. 61.66 milyar dolar zarar açıklayan AIG, Pazar günü devletten 30 milyar dolar daha aldı. Trilyonlarca dolar yükümlülük altındaki bu dev şirket, kaç 30 milyar dolarla toparlanabilir? Mümkün mü? Bu hiç mümkün olmayacak. Olmayacağını bilenler AIG üzerinden başka bir tartışma başlatıyor: \”Bırakın şirketler batsın. Bırakın bankalar batsın. General Motors batmazsa, AIG batmazsa devlet batacak, Amerika batacak.. Batmalarına izin verilmeden yeni bir başlangıç yapılamayacak. O zaman bu lüklerden kurtulalım ve yeniden başlayalım…\”

Aslında bu da çok doğru değil. Bu dev şirketleri kurtarma operasyonları da ABD\’yi batırıyor, gözden çıkarılmaları da batırıyor. Bu böyle bir kriz işte… Dolayısıyla hazırlanan yüz milyarlarca dolarlık kurtarma paketlerinin çözüm olacağına gerçekte kimse inanmıyor. Şu anki, İkinci Dünya Savaşı\’ndan sonra oluşturulan ancak çöküşünü izlediğimiz sistemin devam etmesini isteyen, çökse bile bu sistemle devletleri ve dünya ekonomisini kontrol eden çevreler, bu kudretlerinin paylaşılacağı korkusuyla çözüme yönelik köklü adımları engelliyor. Asıl sorun bu. Böyle olunca da yakın gelecekte, belki de tamamen dibe vurmadan krizden kurtulma ihtimali olmayacak emektir.

Bu yüzden; \”ABD, tarihin en büyük çöküşüne doğru gidiyor. Bu hal birkaç yıl daha devam ederse, devlet tamamen iflas gedecek, geri dönüşüm mümkün olamayacak. Büyük çöküş başladı\” deniliyor.

ABD böyle iken Avrupa farklı mı? İngiltere geri dönülmez çizgiye doğru geriliyor. Avrupa Birliği ülkeleri önümüzdeki haftalarda, trilyonlarca doları bulacak feci finansal çöküşler bekliyor. AB\’nin genişleme ve dünya açılma yerine ulusların, devletlerin hareket alanını daraltacak, onları adeta boğacak bir yapıya dönüşebileceği söyleniyor. Doğu Avrupa ülkelerini gözden çıkaran, onların \”bizi kurtarın\” çığlıklarına kulaklarını tıkayan merkez ülkeler, kendilerini kurtarıp kurtaramayacakları konusunda büyük bir panik yaşıyor.

Hal böyle iken, ABD ve Avrupa, yani merkez ülkeler, yani krizin gerçek sahipleri, yani dünya ekonomisini yönetenler, krizin maliyetini dünyaya ihraç etmek için var güçleriyle mücadele ediyorlar. Merkezdeki kriz, çevreyi zaten sarsarken onun üstüne bir de kendi kriz maliyetlerini yüklemeye çalışıyor. Buna karşı siyasi bir duruş sergilenmeli. Asya, Ortadoğu, Latin Amerika gibi çevreler, merkez güçlerin bencilce krizden kurtulma yaklaşımlarını sorgulamalı. Sorumlusu olmadıkları bir maliyeti, kabullenmemeli. Ciddi bir direnç oluşturup, merkez ülkelerin ortak çaba harcamasını sağlamalı.

The Economist dergisinin \”dibe vuracak 17 ülke\” listesini hazırlarken gösterdiği açıklığı, İngiltere\’yi tartışırken göstermemesi dikkat çekici. Batacak ülkeleri şöyle sıralamış: Güney Afrika, Macaristan, Polonya, Güney Kore, Meksika, Pakistan, Brezilya, Türkiye, Rusya, Arjantin, Venezüella, Endonezya, Tayland, Hindistan, Tayvan ve Malezya… Türkiye batacaklar arasında sekizinci sırada. Bu ülkeler sadece gelişmekte olan ekonomiler değil. Bu ülkeler, onlarca yıldır hemen her on yolda bilinçli olarak krize sürüklenen ve bu şekilde bütün birikimlerine el konulan ülkeler. Liste, tipik bir \”kriz ihraç listesi\” görünümünde.

Oysa merkez ülkeler içinde en hazin durumda olan ülkelerden biri İngiltere. Bu yaklaşıma bakılırsa, gelişmekte olan ülkeler çökecek, kendilerine bir şey olmayacak. Oysa büyük çöküşler ABD ve Avrupa\’da olacak, gelişmekte olan ülkelerde değil. Körfez Arapları\’na, Asya ülkelerine, Çin\’e yalvaran, bir kaç milyar dolar için diz çöken onlar şuan. Biz burada asıl merkez ülkelerin neler yaşayacağını, krizin siyasi ve sosyal sonuçlarının neler olabileceğini tartışmalıyız. En önemli tartışma bu.

Küresel krizi tartışırken üç konuya dikkat etmek gerektiğine inandım hep.

Birincisi: Bu kriz sadece ekonomik bir kriz değil. Aynı zamanda sistemik bir kriz, siyasi bir kriz. Ve sonuçları sadece ekonomik olmayacak. Çok ciddi siyasi ve sosyal krizlere yol açacak.

İkincisi: Bu kriz gelişmiş ekonomilerin krizi. Asıl çöküşü onlar yaşayacak.

Üçüncüsü: Kriz asla iç politika tartışmalarına konu edilmemeli. O zaman hiçbir şekilde konuyu anlamak mümkün olmayacak ve bu çok büyük bir basiretsizlik olacak. Krize bakış bir seferberlik havasında, ülkenin bütün kurum ve çevrelerinin ortak çabasıyla şekillenmeli.

Zbigniev Brzezinsky, krizin Amerika\’da iç isyanlara yol açabileceğini söylüyor. 1907\’deki bankacılık krizi sırasında olan olaylara dikkat çekiyor. ABD yönetimine, kurumlara \”neden kafa kafaya verip bu konuya eğilmiyorsunuz\” diye veryansın ediyor. Bir süre sonra binlerce insanın sokaklara dökülebileceği uyarısı yapıyor.

Birkaç yıldır ABD\’de ve bazı Avrupa ülkelerinde \”iç güvenlik, isyan, iç çatışma\” gibi olağanüstü hallere yönelik hazırlıklara dikkat çekiyoruz. Biz bunları o zamanlar \”terör saldırısına hazırlık\” olarak görmüştük. Oysa ekonomik krizin siyasi ve toplumsal sonuçlarına yönelik hazırlıkmış. Bunları tartıştığımızda bazı aptallar şaşkınlıklarını saldırıya dönüştürmüştü. Irak\’tan dönen askeri birimlerin şehirlerde görevlendirilmesi, acil durumlar için yasaların değiştirilmesi, kitle kontrolüne yönelik polis tatbikatları ve lojistik hazırlıklar hep krizin etkilerine yönelikmiş.

\”Domino etkisi\” sadece Ortadoğu\’da olmuyor. The Economist\’in listesinde olduğu gibi, sadece gelişmekte olan ülkelerde de olmuyor. Domino etkisi asıl Atlantiğin iki yakasında olacak gibi. Dikkatle bakanlar bunun yaşandığını görecektir…

Başbakan Doğan Grubu\’nu Clinton\’a Şikayet Ederse

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton\’un yarın yapacağı Ankara ziyaretinin en önemli gündem maddelerinden biri şimdiden belli oldu: Başında bulunduğu ABD Dışişleri Bakanlığı\’nın Türkiye hakkında hazırladığı yıllık insan hakları raporu.

Bu raporu gündeme sokan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan\’dan başkası değil. Erdoğan, geçen cumartesi günü Van\’dan dönerken uçakta gazetecilere yaptığı açıklamada, raporun basınla ilgili bölümünden duyduğu rahatsızlığı anlatıp, \”Bu nasıl bir rapor, soracağım Hillary Clinton\’a…\” diye serzenişte bulunmuştu.

İlginç olan, Başbakan\’ın, rapordaki bu durumun -isim vermeden- Doğan Grubu\’nun yürüttüğü uluslararası bir kampanya sonucu ortaya çıktığını ileri sürmüş olması.

Uçakta bulunan Economist dergisi ve Taraf gazetesi yazarı Amberin Zaman\’ın aktardığına göre, Erdoğan bu suçlamayı yönelttikten sonra Doğan Yayın Grubu\’na kesilen cezayı kastederek, şöyle demiş: \”ABD Maliye Bakanlığı\’nın bu tür bir vergi kaçakçılığı konusunda nasıl bir tavır alacağı sorusunu da kendisine (Clinton) soracağım…\”

DIŞ BAĞLANTI İDDİASI

Başbakan, aynı görüşlerini önceki gece TV-24 kanalında da tekrarladı. Erdoğan, sözü ABD\’nin insan hakları raporuna getirip, Doğan Grubu\’nun dış bağlantılarını kullanarak yabancı basını ve dış çevreleri yönlendirdiğini iddia ederek şöyle konuştu:

\”Bu hafta sonu Sayın Dışişleri Bakanı (Clinton) geldiğinde, haberin doğrusunu kendisine anlatacağız. Yani \’Dışişleri Bakanlığı\’nın yayınladığı rapor bizi üzdü\’ diyeceğiz. Tek kaynaktan böyle bir şey geliyor. Acaba bu kaynağın köküne indiniz mi?\”

Başbakan\’ın açıklamaları şu mantığı izliyor: \”Doğan Grubu\’na vergi cezası kesildi, onlar da ABD Dışişleri Bakanlığı raporunun basın bölümüne sert ifadeler koydurtup, dış basında olumsuz bir hava estirdiler. Ben de o zaman Hillary Clinton\’a sizde böyle bir durum olsa ABD Maliye Bakanlığı ne yapar diye sorarım.\”

DÜNYA GÜNDEMİYLE EŞDEĞER BİR SORUN!

Böylelikle, Doğan Yayın Grubu\’ndan talep edilen 820 milyon lira tutarındaki ceza, ABD kuvvetlerinin Irak\’tan çekilmesi, Afganistan\’daki savaş, İsrail\’in Gazze\’ye saldırıları sonrasında Ortadoğu\’da barış sürecinin yeniden canlandırılması gibi uluslararası sorunlarla aynı ölçekte bir mesele olarak yarınki kritik buluşmanın gündemine girmiş bulunuyor.

Burada açıklık kazandırılması gereken bir dizi soru işareti var.Maliye Bakanlığı, ceza talebine ilişkin raporunu Doğan Yayın Grubu\’na 18 Şubat tarihinde bildirdi. ABD Dışişleri Bakanlığı\’nın insan hakları raporu ise 24 Şubat tarihinde, yani tam 6 gün sonra açıklandı.

Erdoğan\’ın mantığını izlerseniz, Doğan Grubu\’nun 6 gün içinde bütün ABD Dışişleri\’ni etkileyip raporun Erdoğan aleyhtarı bir içeriğe kaymasını sağladığı gibi bir anlam çıkıyor.

Demek ki Başbakan, Doğan Grubu\’nun ve bu grupta çalışan bizlerin, Obama yönetimi üzerinde bu ölçüde bir güç sahibi olduğumuzu düşünüyor.

Ama gerçek o ki, ABD\’nin Ankara Büyükelçiliği bu raporun taslağını geçen ocak ayının sonunda Washington\’a göndermişti ve Maliye Bakanlığı müfettişleri o tarihte henüz astronomik cezanın altına imza atmamıştı.
Şimdi raporun basın bölümünün Başbakan\’ı neden mutsuz ettiğine bakalım. Herhalde kendisine yöneltilen suçlamalar çok rahatsız etti Başbakan\’ı.

ABD\’NİN RAPORU NE ANLATIYOR?

AB\’nin Başbakan\’ın adını geçirmeyen raporlarına kıyasla, ABD\’nin raporu Erdoğan\’ı ismen eleştirmek konusunda oldukça cesur ve ileri bir içerik taşıyor. Örneğin, Başbakan\’ın gazetecileri ve karikatüristleri sıkça mahkemeye verdiğini, bu eğilimin ülkede bir \”otosansür ortamı yarattığını\” belirtiyor.

Raporda yayın gruplarının, hükümeti eleştirdikleri takdirde kendilerine misilleme olarak ticari alanda zarar verilebileceği kaygısını taşıdıkları da anlatılıyor. Keza, Başbakan\’ın Almanya\’daki bazı yolsuzluk iddialarını yazan gazetelere ve medya patronlarına ağır suçlamalar yönelttiklerini de yazıyor bu rapor…

Bu bölümle ilgili örnekler artırılabilir. Ama raporun en dikkat çekici yönü, basın özgürlüğüne ve eleştirilere tahammül edemeyen, farklı sesleri sindirmeye, susturmaya çalışan bir Başbakan Erdoğan portresi çizmiş olmasıdır.

RAPOR, BAŞBAKAN\’IN YÜZÜNE AYNA TUTTU

Özetle, ABD Yönetimi Başbakan\’ın yüzüne bir ayna tutup, \”biz basın özgürlüğü söz konusu olduğunda sizi böyle görüyoruz\” demiştir.

Ayrıca Başbakan\’ın tutumunda problemli bir başka nokta daha var. Başbakan, raporun işkence olaylarında artış olduğuna ilişkin bölümlerine ve diğer insan hakları ihlalleri alanındaki eleştirilere hiç değinmemeyi tercih ediyor. Basın özgürlüğü konusundaki eleştirilere şiddetle tepki gösteren Başbakan\’ın, işkenceye ilişkin tespitler karşısındaki suskunluğu, kendisinin demokratlık iddiaları açısından kuşkusuz çok hazin bir durumdur.

Başbakan, yarın Doğan Grubu\’na kesilen vergi cezası konusunu Hillary Clinton\’a açtığında, ABD Dışişleri Bakanı\’ndan nasıl bir yanıt alacaktır bilemiyoruz.

Ama usta bir avukat olarak kendisini kanıtlamış olan Hillary Clinton, konuya muhtemelen basın özgürlüğü açısından da yaklaşma ihtiyacını duyabilir.

Başbakan Erdoğan, önceki akşam \”Denetleme yapılır, netice ortaya çıkar, ondan sonra bakanım benim önüme getirir. Bu da böyle olmuş olaylardan bir tanesidir\” diyor. Hillary Clinton ise eski bir başkan eşi olarak, ABD\’de bir yayın grubuna (örneğin Washington Post\’a) kesilecek bir vergi cezasının kuruma tebliğ edilmeden önce Internal Revenue Service (ABD Vergi İdaresi) tarafından Beyaz Saray\’a gönderilip gönderilmeyeceği hususundaki tahminini Erdoğan\’la paylaşabilir.

ABD\’DE BÖYLE DENETİM OLUR MU?

Keza, kocasının başkanlığı sırasında South Dakota\’da miting meydanında \”onların gazetelerine para vermeyin, eve sokmayın, onları yokluğa mahkûm edin\” diye bir konuşma yapıp yapamayacağı sorusunun yanıtını da Başbakan\’la paylaşmalıdır.

Bu, en azından demokrasi kültürü alanındaki bir birikimin stratejik ortağa aktarılması açısından yararlı olacaktır.
Bu ölçüde yoğun bir vergi denetiminin neden seçmeli bir şekilde yalnızca bir medya grubunu hedeflemesi gibi bir duruma ABD\’de rastlanıp rastlanmayacağı sorusu da Erdoğan-Clinton diyaloğunu tamamlayabilir.

Türk-Amerikan ilişkileri tarihi, pek çok krize, pek çok karambole sahne olmuştur. Ama Türkiye\’nin en büyük medya grubunu susturmak için astronomik bir ceza işletip, sonra bu grubun, Türk Başbakanı tarafından ABD Dışişleri Bakanı\’na şikâyet edilmesi şimdiden bu ilişkilerin tarihindeki en garip olaylardan biri olmaya adaydır.

Maliye 430M TL Ceza Kesti, BP \’Yanlış Yorum\’ Dedi

\"v\"Maliye Bakanlığı, vergi cezası yağdırmaya devam ediyor. Doğan Yayın Holding\’e 862 milyon TL\’lik vergi cezasının ardından sektörün önde gelen firmalarından British Petrol\’e (BP) de 430 milyon TL vergi cezası kesildi. Vergi cezası firmaya Büyük Mükellefler Vergi Dairesi tarafından 3 Mart\’ta tebliğ edildi. BP, Maliye Bakanlığı tarafından şirkete çıkarılan vergi cezası ile ilgili olarak, yasalara aykırı bir işlemin bulunmadığını, vergi dairesince yapılan yanlış tatbikatın söz konusu olduğunu öne sürdü.

BP Türkiye Kurumsal İletişim Müdürü Murat Lecompte imzasıyla, dün yapılan yazılı açıklamada, söz konusu cezanın, Kapıkule ve İpsala Gümrük kapılarında, Bilnam İşletmecilik ve Ticaret Limited Şti. tarafından yurtdışına ihraç malları taşıyan araçlara yapılan ve Özel Tüketim Vergisi Kanunu uyarınca ÖTV\’den muaf, Katma Değer Vergisi Kanunu\’na göre ise KDV istisnası olan yakıtlarla ilgili olduğu belirtildi.

Konunun şirketin ilgili birimlerince incelendiği ve değerlendirildiği belirtilen açıklamada, bakanlar kurulunun, belirlediği gümrük kapılarında, Özel Tüketim Vergisi Kanunu 7/A Maddesi\’ne göre ihraç malı taşıyan araçlara ÖTV\’den muaf ve KDV iadesine tabi yakıt satılmasını öngörerek, ihracatın desteklenmesine karar verdiği, bu madde kapsamında Kapıkule ve İpsala Gümrük kapılarında, Bilnam firmasınca yurtdışına çıkış yapan araçlara, gümrük makamlarınca onaylanan beyannamelere göre ürün satış ve ikmali yapıldığı ifade edildi.

Yorum ihracat desteği ile çelişiyor

Bilnam tarafından gerçekleştirilen satışlar için açılan beyannamelerin, gümrük makamlarınca onaylanmış ve bu satışlara ait bildirimlerin vergi dairelerine de ayrıca gönderildiği ifade edilen açıklamada, vergi dairelerinin de kendisine yapılan beyanları görüp doğruluğunu teyit ve kabul ederek, KDV iadelerini Bilnam\’a yaptığı kaydedildi. Açıklamada şöyle denildi: \”ÖTV Kanununun 7/A Maddesi\’nde ürün ikmalinin, araçların standart depo kapasitesi kadar olması kuralı vardır. Standart depo ise araç üreticisi tarafından belirlenen, her araç için değişik olan yakıt alma kapasitesidir. ÖTV Kanunu uyarınca yurtdışına ürün ihraç eden taşıtlara standart depoları kadar ürün ikmali, bu araç sahiplerinin yasal hakkıdır. Ancak, yurda ithal ürün getiren araçlar için ise bakanlar kurulu akaryakıt kaçakçılığına fırsat vermemek için araç standart depolarında azami 550 litre ürün ile giriş yapılabileceğini hükme bağlamıştır. Bizce, bakanlar kurulunun bu kararı vergi dairesince yanlış yorumlanmış ve araçların çıkışında da azami 550 litre yakıt alabilecekleri şeklinde anlaşılmıştır. Bu yorum, hem ihracatın desteklenmesi için tüm önlemleri alan bakanlar kurulu kararı hem de ülkemiz menfaatleri ile çelişmektedir.\”

Açıklamada Bilnam tarafından yürütülen işlemler sonucunda, satış ve ikmal edilen ürünlere ait bildirimler, vergi dairelerine de iletildiği ve KDV iadelerinin Bilnam firmasına yapıldığına dikkat çekildi. BP, mevcut kanunlar ile örtüşmeyen vergi cezası ile ilgili her türlü kanuni hakkını kullanacağını açıkladı.

Sektör potansiyel suçlu olarak görülüyor

Maliye Bakanlığı\’nın kestiği cezalar akaryakıt sektörünün en ciddi sıkıntılarından biri haline geldi. Aynı zamanda TOBB Petrol ve Petrol Ürünleri Sanayi Meclisi Başkanı olan Shell Türkiye Genel Müdürü Canan Edipoğlu, geçen günlerde Capital Dergisi tarafından düzenlenen CEO Club toplantısında bu sıkıntıyı Devlet Bakanı Nazım Ekren\’e iletmişti. Edipoğlu, Ekren\’e hükümetin kayıtdışı mücadelesinin saygın şirketlere zarar vermeye başladığına dikkat çekmişti. Edipoğlu, sektörün sıkıntısını şöyle dile getirmişti: \”Akaryakıt sektörü 62 milyar YTL\’lik büyüklüğü ile en önemli sektörlerden biri. Hükümetin kayıtdışı mücadelesi artık o noktaya geldi ki saygın şirketler kaçakçılık soruşturmalarıyla karşı karşıya, potansiyel suçlu olarak görülüyor.\” Edipoğlu, dün BP\’ye kesilen ceza sonrasında ise \”Böyle bir vergi cezası neden gelsin? Ceza, vergiyi zamanında ödemezsiniz o yüzünden gelir. Biz uzun yıllardır Türkiye\’deyiz. Vergimizi zamanında öderiz. BP\’de çok uzun zamandır Türkiye\’de… Bu konuda bir yanlışlık olduğunu düşünüyorum\” açıklamasında bulundu.

İktidar Akraba Her Daim El Ele

Adnan Menderes, oğlu öğrenimini bitirince sormuş: \”Ne yapmayı düşünüyorsun?\”, \”Baba ticaret yapacağım\” yanıtını alınca \”Hangi parayla, ne iş yapacaksın ki?\” diye sormuş. Oğlu cevap vermiş, \”Bana çok kişi iş teklifi getirdi. Sermayeyi onlar koyacak\”… Aldığı bu cevap üzerine baba Menderes ise şu cevabı verir: \”Sana iş teklif edenler, dolaylı olarak bana para vermeye kalkıyor. Bir Başbakan oğlu olarak sen ticaret yapamazsın, madem ki yurtdışında okudun, sınava gir, Dışişlerine memur ol.\” Başbakan Recep Tayyip Erdoğan\’ın çocuklarının ticaret hayatına ilişkin iddiaların giderek dozunun arttığı şu günlerde Adnan Menderes\’in oğluna verdiği cevap, eski çamların bardak olduğunun da kanıtı. Çünkü Türkiye\’de Menderes sonrasında iktidara gelen her isim, aynı zamanda birinci derecede akrabalarının ticari hayatlarının yanı sıra yolsuzluk ve batık hikayeleri ile anılageldi.

Demireller ile ilk hayali ihracat

Süleyman Demirel\’in Başbakan olduğu dönemde Türkiye ilk kez hayali ihracat olayı ile tanıştı. Türkiye\’yi hayali ihracatta vergi iadesi alarak zenginleşme tekniğiyle tanıştıran Demirel\’in yeğeni Yahya Demirel oldu. Demirel döneminin diğer önemli olayı ise kardeş Şevket Demirel ve oğlu Yahya Murat Demirel\’in adının geçtiği Ege Bank\’tı. Eski Cumhurbaşkanı Süyleyman Demirel\’in Çankaya\’dayken çektirdiği ve \’bu bizim ailemiz\’ dediği aile fotoğrafında İnterbank\’ı batıran Cavit Çağlar, Bayındırbank\’ı batıran Kemal Çörtük ve adı arsa yolsuzluğuna karışan Süleyman Demirel\’in kayınbiraderi Ali Şener\’in yanı sıra, Ege Bank\’ı batıran yeğen Yahya Murat Demirel ile kardeşi Şevket Demirel de bulunuyordu. Yahya Murat Demirel\’e yönelik bir diğer iddia da \”Başbakan\’ın yeğeni, SEKA ürünlerine zam gelmeden 1 gün önce 2.5 milyar liralık duralit aldı\” yönündeydi. Demirel\’in yengesi Şefika Demirel\’in 1992 yılında KKTC\’de banka satın alması dönemin tartışılan gündemleri arasındaydı.

Yasa yoktu ama özel tv kuruldu

Turgut Özal döneminde ise oğul Ahmet Özal, henüz özel televizyonlarla ilgili yasa yokken, 1990 yılında Cem Uzan ile birlikte Türkiye\’nin ilk özel televizyon kanalı Magic Box\’ı kurdu. İleriki dönemde sektörde Kanal 6 ile şansını deneyen Ahmet Özal 1994 krizinin de etkisiyle Kanal 6\’nın çalıştığı TYT Bank, Impexbank ve Marmara Bank\’ın üçüne birden el konmasıyla Kanal 6\’yı da gözden çıkarmak zorunda kaldı. Zeynep Özal ile hediye Jaguar\’ı ile bir süre gündemi meşgul etti. Jaguar, henüz piyasada yaygın olmadığı için reklam amacıyla dönemin Başbakanı Turgut Özal\’ın kızı Zeynep Özal\’a sıfır kilometrede tam aksesuvarlı bir Jaguar hediye etmişti.

Çıkın zengini Çiller

Tansu Çiller\’in eşinin adı İstanbul Bankası olayı ve hayali ihracatla anıldı. Çiller döneminin hafızalarda kalan en önemli olayı ise Tansu Çiller\’in mal varlığına ilişkin yaptığı açıklama oldu. Çiller, başbakan olduktan sahip oldukları mal varlıkları konusunda annesi Muazzez Hanımı kastederek \”Rahmetliden bize 570 bin dolar, 690 bin mark ve 880 adet cumhuriyet altını kaldı. Şimdi bu geliri beyan ediyoruz\” demişti. Çiller Ailesinin ekonomiden sorumlu devlet bakanlığı döneminoe ABD\’de otel, alışveriş merkezi ve villadan oluşan, milyonlarca dolarlık gayrimenkulu edindiği iddilar arasındaydı. Çiller Ailesinin adı ayrıca Turban ve İSKİ yolsuzluklarıyla da anılmıştı.

Yılmaz\’ın da kardeşi suçlandı

Mesut Yılmaz\’ın kardeşi Turgut Yılmaz, hakkında birçok iddia bulunuyor. Hayali ihracat iddiaları ile ilgili uzun bir süre gündemi meşgul eden Turgut Yılmaz, Meclis Yolsuzluk Komisyonu\’nda adı resmen geçen ilk akraba oldu. Dönemin İçişleri Bakanı Saadettin Tantan\’ın başlattığı Örümcek Ağı Operasyonu\’nu yürüten isimler tarafından yapılan bir açıklamada Yılmaz\’ma ilgii öne sürülen iddialar şöyleydi: \”Türkiye\’de 670 firma bu operasyonun içindedir. Hepsi yolsuzluğa bir şekilde bulaşmıştır. Toplam olarak 56 milyar dolarlık bir hortum söz konusudur. Bankacılık, hayali ihracat, fatura yolsuzluğu, kara paranın aklanması bu kapsamdadır. Ancak biz ancak ilk iki katı inceleyebildik. 3 Kasım seçimlerine giderken, bu operasyonun tepe noktasına ulaşıldı. Çok önemli bir siyasinin kardeşine ulaşıldı.\”

Anlatabildiğim Kadarıyla IMF Yorumları

IMF ile anlaşma yapılası bu dönemde; bu güne kadar neler yaşandı tekrar hatırlayalım ve bu sürecin iyi yönetilip olumlu sonuçlanmasını dileyelim..

1946 devalüasyonu

Tarım ürünleri ihracatına olan dış talebin azalması ve bunun döviz gelirleri üzerinde yarattığı olumsuz etki, en temel tüketim mallarının bile ithalatını imkansız hale getirdi. Ekonominin, kendine yeterli bir sanayi yapıya geçmesini kaçınılmaz kılmıştır ve korumacı-devletçi bir iktisadi yapı oluşmuştur.

1930\’da ekonomik bunalımdan korunmak için izlediği dışa kapalı ekonomik programı, ikinci dünya savaşının etkisiyle 1950\’lere kadar sürdürmek zorunda kalmıştır.

Türkiye IMF\’ye üye olabilmek için ciddi bedeller ödemiştir. Öncelikle, 7 Eylül 1946\’da Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk devalüasyonu yapması gerekmiştir. Çünkü, diğer ülkeler arka arkaya devalüasyon uygularken, bu ülkeler ile Türk Parası arasındaki fark yükseldi. Ama bu devalüasyon aslında Türkiye\’deki dış ticaret bilançosunun, yapısal olarak açık verme özelliğinin de başlangıcı olmuştur. Bu açık ilk dönemlerde rezerv çokluğu sebebiyle sorun oluşturmamıştır.

Ağustos 1958\’de IMF ile istikrar programına gidilmiştir. Bu program temelde, merkez bankası sınırlamaları ile para arzını kısıtlayıcı bir anlayış içerisindedir. Bunun yanında, TL\’nin değeri devalüe edilecek, bütçe harcamaları kısılacak, dış ticaret kolaylaştırılacak, KİT ürün ve hizmetlerinin fiyatları yükselecektir.

Sonuçta istenilen hedeflere ulaşılamamıştır. Yapılan devalüasyon ithal malların fiyatını artırmış ve dış ticaret açığı büyümüştür, kamu kurum ve kuruluşlarının ürettiği mal ve hizmetlerin maliyetleri ve fiyatları artmıştır.

1960-1970 dönemi ve 10 stand-by anlaşması

60\’lı yılların ilk yarısı Türkiye\’de yaraların sarılması dönemidir. 1961 anayasasının yürürlüğe girmesi ile; istikrar, planlı kalkınma anlayışında aranacaktır. Bu amaçla Devlet Planlama Teşkilatı kurularak, birinci beş yıllık kalkınma dönemi başlamıştır. Amaç, GSMH\’nın %7 oranında büyümesi, istihdam sorununun çözülmesi ve dış ödemeler dengesine ulaşılmasıdır.

GSMH %6,6 büyüme ile hedefe çok yakın olarak gerçekleşmiştir. Diğer taraftan, ithal ikameci sanayileşmenin hız kazandığı bu dönemde, kamu kesimi maliyetin altında fiyatlarla satış gerçekleştirirken, sürekli artan bütçe açıklarına neden olmuştur. İthal ikamesinin, dışarıdan gelen makine ve teçhizatla besleniyor olması Türkiye\’nin dışa bağımlılığını artırmış ve döviz darboğazı yaşatmıştır.

1970-1980 dönemi

Ekonomik ve sosyal yönden birçok çalkantıların olacağı bir döneme girilmiştir. Ekonomide fiyat istikrarı bozulmaya başlamış, Kıbrıs barış harekatını nedeniyle oluşan bütçe açıklarının etkisiyle 77 dönemine kadar %10 – 30 arasında değişen ortalama %20 enflasyon yaşanmıştır.

Özellikle sanayi alanında üretim yetersizliği ekonomideki olumsuzluğu artırmıştır. 10 ağustos 1970 stand-by \’ı ile %66 oranındaki yeni bir devalüasyonla 1 dolar 9 TL\’den 15 TL\’ye yükselmiştir.

Devalüasyon kararının içeriği; dış ekonomik istikrarın sağlanmasına ilişkin, TL paritesinin değiştirilmesi ve dış ticaret sisteminin tekrar gözden geçirilmesi ile ihracatta katlı kur uygulaması, ithal teminat oranlarının azaltılması, kotaların sınırlandırılması, faiz ve vergilerin yükseltilmesi, KİT mal ve hizmetlerinin %50 zammı, yurtiçi ekonomik istikrarın sağlanmasına ilişkin, para politikası programı, banka kredileri ve özel tahvil faiz oranlarının artırılması, uzun vadeli mevduatların faiz oranında artış ve bütçe dengesi önlemlerinden oluşmaktadır.

1974 yılından itibaren, petrol fiyatlarındaki artış, dolar ihtiyacını ve dış ticaret açığını artırmış, ödemeler dengesi krizine yol açmıştır. Bu krizin %77\’si dövize çevrilebilir mevduat hesapları ile kapatılmıştır.

Türkiye\’nin içinde bulunduğu olumsuz ekonomik ve siyasi ortam IMF\’in yeni bir stand-by anlaşması ile buluşmuştur. % 32 oranında yapılan devalüasyon – 1$=25TL -, aynı yıl sonunda yapılan denetimlerde yetersiz görülmüştür.

Haziran 1979 yılındaki stand-by ile 1$=47 TL\’ye çıkarılmış, KİT ürünlerine farklı oranlarda zamlar yapılmıştır.

Bu dönemde uygulanan istikrar politikaları, TL\’nin büyük oranda değer kaybetmesine yol açmış, ödemeler dengesinde iyileşme sağlanamamış, milli gelir gerilemiş, enflasyon oranları yükselmiştir.

24 ocak 1980 kararları

Türkiye\’nin birçok problemi olan bu dönemde; siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar, ulusal tasarruf ve yatırımlar arasındaki genişlemiş uçurum, enflasyonun hızlanması, petrol ve enerji yetersizliği, ulaşım sorunu, ithal girdilerin yokluğu, ihracat yetersizliği, ithalatın ihracat karşısında artması sonucu bozulan cari işlemler dengesi, dış borç yükünün artması, vergi yükündeki adaletsizlik sorunları vardı. 70\’li yılların sonlarında yaşanan ekonomik bunalım, yeni kararların alınmasını zorunlu hale getirmiştir.

Döneme damgasını vuran uygulama 24 Ocak kararları ile ekonomik istikrar tedbirleri alınması olmuştur. İzlenen temel ekonomi politikaları tamamen değiştirilmiş, liberal ve dışa açık politikalar konmuştur. Bunlar, 80 öncesinde dünya ekonomilerinde güçlenen, uluslararası piyasalarda bütünleşmeye yönelik, özel teşebbüsün itici gücünü ön plana çıkaran liberal politikalarla paralellik gösterir.
İhracata dayalı büyüme modelini ve ekonomide devletin etkinliğini azaltmayı amaçlaması, programın farklılığıdır.

Bu istikrar tedbirlerine 3 yıllık uzatılmış fon kolaylığı olarak IMF desteği alınmıştır. O ana kadarki en yüksek meblağ olan 1,25 milyar SDR tutarında bir kaynak sağlanmıştır.

Fiyat istikrarını sağlayarak enflasyonist süreci kontrol altına alabilmek, ödemeler dengesi, üretim ve tüketim darboğazlarını giderebilmek, ekonomiyi kendi kendini besleyen bir büyümeye ve yapıya kavuşturabilmek amacıyla; ekonomik istikrar tedbirleri alınmıştır.

Türk ekonomisinde köklü değişimlere gidildi; 1986 yılında faiz oranları liberalize edilerek İMKB faaliyete geçti, Sermaye Piyasaları Kanunu çıkarılarak Sermaye Piyasası Kurulu kuruldu. MB bünyesinde Bankalar arası Para Piyasası, Döviz ve Efektif Para Piyasaları kurularak yeni bir bankacılık kanunu çıkarıldı.

Alınan kararların uygulanması sonucu ekonomide beklenen gelişmeler gerçekleşememiştir. 90\’lı yıllara cari işlemlerdeki olumlu gelişmelere rağmen, yüksek enflasyon oranı para arzının kontrol edilememesi, düşük büyüme oranı, dengesiz gelir dağılımı ve iç – dış borç yükleri ile girilmiştir.

5 nisan 1994 istikrar kararları

5 nisan kararları sadece emek ve mal piyasalarını değil, para ve döviz piyasalarını da dengeye getirmek üzere tasarlanmıştır. Konjonktürel kararlar ve yapısal düzenlemeler olarak iki başlıkta incelenebilir.

Konjonktürel kararlar, tarımsal destekleme politikası, döviz kuru, ücret ve fiyat politikaları, sermaye piyasası, merkez bankası ve bankacılık sektör, kamu kesimi borçlanma gereği ile ilgilidirler.Yapısal kararlar, sosyal güvenlik reformu, KİT\’lere yönelik düzenlemeler, yerel yönetim idari ve mali düzenlemeleri ile ilgilidir.

Mal ve hizmet piyasalarında, mali piyasalarda kısa sürede istikrar sağlamak için;

  • KİT ürünlerine yüksek zam yapılmıştır.
  • Kamu harcamalarında kısıtlamalar yapılmıştır.
  • Yeni vergi düzenlemeleri yapılmıştır.
  • Yüksek faizli hazine bonosu satışı ile, özel kişilerin ellerindeki likidite fazlası hedeflenmiştir.
  • Döviz piyasası serbest bırakılarak TL\’nin devalüasyonu serbestleşmiştir.
  • Bu kararlar ile Türkiye, IMF ile 460 milyon SDR kullanacağı, 610 milyon SDR\’lik bir anlaşma yapmıştır.

Kararların uygulanması sonucu ekonomide oluşan tablo şu şekildedir;

  • Dış ticaret açığı bir önceki yıla göre %37 oranında azalarak 5,2 milyar $ seviyesine gerilemiş
  • İhracat %18 oranında artarak 18.1 milyar $
  • İthalat % 21 oranında azalarak 23,3 milyar $
  • TL\’nin dolar karşısındaki değeri %165,7 oranında azalmış
  • İhracatın GSMH\’ ya oranı %8.4\’den %13.8\’e yükselmiş
  • Tarım kesimi büyüme hızı %1.3\’den %0.3\’e düşmüş
  • Sanayi büyüme hızı %8.2\’den %5.7\’ye düşmüş
  • GSMH %6.9 oranında azalmış
  • Enflasyon %106.2 olarak gerçekleşmiştir.

Alınan yapısal kararlar, özelleştirme ile ilgili KİT\’lerdeki yapısal düzenlemeler oluşmadığı için gerçekleştirilememiştir. Bu anlaşmanın Türkiye üzerinde olumlu bir etkisi olmamıştır çünkü 1994\’ü takip eden yıllarda olumlu gelişmeler devam etmemiştir.

90\’lı yılların ikinci yarısı

90\’ların sonlarına doğru Türkiye ekonomisinin genel durumu;

  • enflasyon %65
  • ekonomik büyüme % -6.1

faiz giderlerinin artması ile, her 100 TL\’lik vergi gelirinin 72 TL\’si faiz ödemeleri için kullanılır hale gelmiştir, yüksek maliyetli iç borçlanma, faiz giderlerinin bütçe içerisindeki payını hızla artırmıştır.
Yüksek reel faizler kamu açıklarının hızla büyümesine neden oldu.
99 yılının haziran ayı sonunda, IMF ile yıl sonuna kadar sürecek olan \’Yakın İzleme Anlaşması\’ başlamış ve 1999 yılında meydana gelen ve yarattığı olumsuzlukların giderilmesi amacıyla, IMF Türkiye\’ye 361:5 milyon SDR\’ lik \’Acil Yardım Kredisi\’ desteği sağlamıştır.

Kamu kesimi toplam borç stokunun GSMH\’ ya oranı 1990 yılında yüzde 29 seviyesindeyken, 1999 yılı sonunda yüzde 61\’e ulaşmıştır. 1990 yılında yüzde 6 olan net iç borç stokunun GSMH\’ ya oranı 1999 yılında yüzde 42\’ye çıkmıştır. Bu artışın nedeni, yüksek faiz dışı kamu açıkları ve yüksek reel faizlerin etkisidir.

2000 yılı enflasyonu düşürme programı ve yaşanan krizler

1999 yılı aralık ayında, 3 yıllık olan fakat 2001 yılı sonunda kesilecek olan bir stand by anlaşması imzalanmıştır. 2002 yılı başında, yine 3 yıllık olacak olan yeni stand by anlaşması ile 2000 yılı başından, 5 yıllık bir stand by anlaşmasına imza atılmıştır.

Yeni ekonomik program asıl olarak \’Döviz Kuruna Dayalı Enflasyonu Düşürme\’ özelliği taşıyordu ve üç temel ayağı vardı;

  • Bütçe ve bütçe dışındaki kamu kesiminde mali disiplinin sağlanması.
  • Sabit kur uygulamasıyla döviz kurlarının belirlenmesi.
  • Özelleştirmenin hızlandırılması ve yapısal reformların uygulanması.

Belirlenen bu hedeflerin sonucunda,
Faiz oranları hızla düşmüştür. Bu düşüş, hazinenin borç yükünü düşürüp, gelecekte merkez bankasının enflasyonla mücadele politikasına zarar verecektir.
Enflasyon önceki yıla göre 10 puan azalarak % 54,5\’e düşmüş fakat beklentilerin üzerinde gerçekleşmiştir. Çünkü bankaların düşük faizlerle önerdikleri bireysel kredilerin de desteğiyle tasarruflar tüketime kaymağa başladı, talep canlı kaldığı için enflasyondaki düşüş beklenen hızda olmadı.
Üretim ve yurtiçi talep artma eğilimine girmiştir.
İthalatın ihracatı karşılama oranı 14 puanlık bir düşüşle % 51 olarak gerçekleşmiştir.
GSMH\’ ya oranla net borç stoku 0.6 puan azalarak % 60.8 olmuştur.
Özelleştirme gelirlerinde hedeflenen 7.6 milyar dolar, 3.1 milyar dolar tutarında gerçekleşmiştir.

Kasım 2000 krizi

Uygulanan para politikaları, iç talebi canlandırdı. TL\’nin reel olarak değer kazanması ve ithalatın artması cari işlemler dengesinde bozulmalar oluşturdu. 2000 yılının ikinci yarısında özelleştirme ve yapısal reformlara ilişkin gecikmeler, artan cari işlemler açığı iç ve dış piyasalarda tedirginliğe yol açmış, sermaye girişlerini dolayısıyla likiditeyi azaltmış ve kısa vadeli faizleri yükseltmiştir.

Portföylerinde yoğun miktarda Devlet İç Borçlanma Senedi tutan ve bunları kısa vadeli kaynaklara yatıran bazı bankaların mali durumlarını bozmuş ve mali piyasalara güvensizliği arttırmıştır.

Kısa vadeli faizlerin bir süreliğine de olsa % 100\’lerin üzerine çıkmasına neden olmuştur.

Bu durum Kamu Menkul Kıymetleri ve hisse senetlerinin değerini düşürmüş ve yabancı sermayenin Türkiye\’den kaçışına sebep olmuştur. TL\’ye olan güvenin azalması para ikamesini hızlandırmıştır. Kasım krizinde yerli ve yabancı yatırımcılar ve bankalar aşırı miktarda döviz talep etmiştir. MB döviz rezervleri azalmış, döviz kuru üzerinde baskı oluşturmuştur.

Olumsuz gelişmelerden tedirgin olan yabancı yatırımcının, döviz talebini daha da artırıp ülkeden çıkarması yine faizleri artırmış oldu. Ekonomideki olumsuz dalgalar sonucu yapılan her akım faizleri artırdıkça artırdı. Merkez bankası %210 faizle piyasaya likidite sundu. Likidite fonlanması ve döviz satışı sonucu Merkez Bankası\’nın kasasından 3,9 katrilyon TL ve 6 milyar dolar civarında para çıkışı olmuştur. Yüksek reel iç borçlanma faizleri, bankacılık sisteminin fonksiyonunu bozarak, kamu açıklarını finanse etmeye yöneltmiştir.

  • Kasım krizi hakkında birçok görüş belirtilmiştir ve bunların ortak noktası;
  • Kriz bir likidite krizidir.
  • Krizin çıkmasının temel nedeni, bankalarla ilgili düzenlemelerin çok kısa sürede yapılacağına ilişkin beklentilerdir.
  • Kriz kamu otoritesince yanlış teşhis edilmiş ve yanlış tedavi yöntemi uygulanmıştır.

Yaşanan bu krizin derinleşmesini önlemek için IMF ile 7.5 milyar dolarlık ek bir destek anlaşması yapıldı. Ek rezerv kolaylığı mali piyasaları görece rahatlatmış fakat faiz oranlarını kasım öncesi seviyesine indirmemiştir.

Şubat 2001 krizi

Kriz sonrasında sermaye girişlerinde kısmen bir canlanma vardı. Kasım krizi başta kamu bankaları olmak üzere bankacılık sisteminin mali yapısında oluşturduğu hasar, sistemin kırılganlığını artırmıştır.
Meydana gelen siyasi olayların piyasalarda panik havası yaratması ve sisteme olan güvenin yok olması neticesinde, 22 Şubat\’ta, TL yabancı paralar karşısında dalgalanmaya bırakılmış, dalgalı kur rejimine geçilmiştir.

Şubat krizinin siyasi bir boyutu da vardır;

18 Nisan 1999 seçimlerinden sonra DSP MHP ve ANAP \’dan oluşan koalisyon hükümeti döneminde Türkiye\’de yeni bir devrin kapısı açılıyordu. Cumhurbaşkanı Sezer \’in Devlet Denetleme Kurulu\’nu devreye sokarak, kamu bankalarını, görev zararıyla ilgili incelemeye aldırması, yakın zamanda devletin zirvesinde yaşanacak olan krizin ön habercisi gibiydi. 19 Şubat 2001\’de yapılan MGK toplantısında yaşanan şiddetli tartışmalar neticesinde, Anayasa kitapçığı fırlatıldı ve bu tartışmaların ekonomiye yansıması sonucu, döviz kurunun serbest bırakılmasıyla, 680 bin TL olan dolar bir gecede 1milyon 380 bin TL\’ye yükseldi.

Krizden sonra Dünya Bankasında görev yapan Kemal Derviş\’in Türkiye\’de \’Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı\’ görevine geçmesiyle 2001\’de \’Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı\’ dönemi başlamıştır.

Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinin Türkiye ekonomisine etkileri şunlar olmuştur;

  • Üretimin düşüşü, artan iflaslar ve rekabet gücünün zayıflaması.
  • İşsizlik oranında artış.
  • %9 \’u bulan ekonomik küçülme.
  • IMF\’ den ek borçlanma sonucu borç yükünün artması.
  • İç borç faizlerinin yükselmesi.

Bankacılık sektörü kasım krizi sonrasında faiz riski, şubat krizi sonrasında buna ek olarak kur riski sonucu önemli kayıplar vermiştir.

Güçlü ekonomiye geçiş programı

Programın temeli; kur rejiminin terk edilmesi nedeniyle ortaya çıkan güven bunalımının yok edilmesi, kamu yönetiminin ve ekonominin yeniden yapılandırılarak Türk ekonomisinin istikrara kavuşturulması, sürdürülebilir bir büyümenin sağlanması hedeflenen politika ve tedbirlerdir.

  • Finansal sistem yeniden yapılandırılacak, fiyat istikrarına yönelik maliye, para ve gelirler politikası izlenecektir.
  • Belirsizliklerin azalmasıyla enflasyon hedeflemesine geçilecektir.
  • Kamuda şeffaflık, etkin yönetim ve yolsuzlukla mücadele sürdürülecektir.
  • Dalgalı kur sistemi içinde enflasyonla mücadele sürecektir.

Bu amaçlar doğrultusunda bir takım yapısal yenileme ve yasal düzenlemeler yapılmıştır;

  • Mali sektörün yeniden yapılandırılması,
  • Devlette şeffaflığı artırılması,
  • Kamu finansmanının güçlendirilmesi,
  • Ekonomide rekabetin ve etkinliğin artırılması,
  • Sosyal dayanışmanın güçlendirilmesi
  • Reel ekonomiye yönelik önlemler.

Programın uygulanması sonucunda ekonomide beklentiler şu yöndedir;

  • Enflasyon sorunu çözülecek kamu dengesi iyileştirilecek ve istikrarlı bir büyüme ortamı yaratılacak,
  • Yapısal reformlar ekonomide etkinliği artıracak,
  • Devlet, sosyal harcamalar, teknoloji ve eğitim-sağlık hizmetlerine yeterli kaynak ayırabilecek,
  • Yabancı sermaye yatırımları artacak.

2002 – 2004 Dönemi

2002 yılı başında IMF ile üç yıl sürecek 19. stand-by imzalanmış ve strateji ve hedefler belirlenmiştir.
Bunlar;

  • Enflasyonda düşüşün sağlanabilmesi için enflasyon hedeflemeleri, 2002 yılı için %35, 2003 yılı için %20, 2004 için %12 olmuştur.
  • Özel bankacılık sektörünün güçlendirilip, kamu bankalarının nihai olarak özelleştirilmeleri yoluyla yeniden yapılandırılmaları.
  • Özelleştirme hızlandırılacak, KİT\’lerin bir çoğu özelleştirilecek.
  • Finansal ve makroekonomik istikrarı sağlamak için faiz dışı fazlanın %6.5 olması sağlanacaktır.

Sonuçlar şöyle olmuştur;

  • İhracat artış oranı
    • 2002 yılında % 15.1
    • 2003 yılında % 31.0
    • 2004 yılında % 33.7
  • İthalat artış oranı
    • 2002 yılında % 24.5
    • 2003 yılında % 34.5
    • 2004 yılında % 40.7
  • İhracatın ithalatı karşılama oranı
    • 2002 yılında % 69.9
    • 2003 yılında % 68.1
    • 2004 yılında % 64.8
  • Konsolide bütçe açığı GSMH\’ ya oranla
    • 2002 yılında % 14.4
    • 2003 yılında % 13.0
    • 2004 yılında % 11.1
  • İç borç stoku GSMH\’ ya oranla
    • 2002 yılında % 54.4
    • 2003 yılında % 54.4
    • 2004 yılında % 52.3
  • Özelleştirme gelirleri
    • 2002 yılında 536,5 milyon dolar
    • 2003 yılında 180,6 milyon dolar
    • 2004 yılında 1.282,5 milyon dolar

20. stand-by anlaşması

3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra yeni hükümet de Türkiye\’nin IMF politikaları dışında seçeneği olmadığını kabul etti ve önceki stand-by anlaşmasını devam ettirmenin yanı sıra Mayıs 2008\’e kadar uygulanacak ayrı bir stand-by anlaşması daha imzaladı.

Aşağıdaki tabloda gördüğümüz sürece son on yılda Türkiye\’de İthalat ihracattan daha hızlı arttığı için dış ticaret açığı yükselmiş, yıllık ihracatın 90 milyar $ olduğu bu dönemde, ithalat 143 milyar $\’ı bulmuştur.

Dış ticaret açığının 53 milyar $\’a çıkmasıyla, cari işlemler açığı 32 milyar $ seviyelerine yükseldi. IMF programlarından banka sektörü de büyük faturalar ödedi; 1999 yılında %5\’i yabancıların elinde olan 81 bankanın, 2007 yılında –borsada sahip oldukları payla birlikte- %40.5\’i yabancıların elinde olan 46 banka kalmıştır.

Kurds Seize Iraq Land Past Borders in Blow to U.S. Pullout Plan

Just north of Mosul, Iraq\’s second- biggest city, an ornamental metal gate spans the highway. Beyond it, the sunburst-on-tricolors of the Kurdistan flag proliferate in this region 20 miles (32 kilometers) south of the Kurds\’ agreed-to autonomous zone in the country\’s far northeast.

Neither Iraqi police nor soldiers venture beyond the gate.

The changed scenery reflects the slow, relentless expansion of Kurdish forces into territory far from their officially sanctioned region. The Kurds say that they are simply recovering land where they lived before the late Iraqi leader Saddam Hussein expelled them during his harsh 24-year rule.

The move is creating potentially explosive tensions in mixed ethnic areas of Kurds, Arabs and other minorities at a time when U.S. forces in Iraq are preparing to withdraw.

\”We are providing safety in territories that are ours,\” said Captain Abdullah, a Kurdish military operations officer based in Tel Keif, a village just 10 miles north of Mosul. \”Saddam kicked out Kurds, Arabs came in. Kurds are back, Arabs fled. If the Iraqi army comes, they will stab us in the back and expel Kurds again.\” He declined to allow his family name to be used out of fear for his safety.

Since Hussein\’s overthrow during the 2003 U.S.-led invasion, Kurdish troops, known collectively as the peshmerga, have moved into towns and villages in Nineveh, Tamim and Diyala provinces, places where the Iraqi Army, started from scratch in 2004, has been absent.

Autonomous Zone

All the areas lie beyond the frontiers of the three-province autonomous zone that is ruled by a pair of Kurdish parties under agreement with the central government.

If left unresolved, opposing territorial claims could lead to military clashes, said the International Crisis Group, a Brussels-based conflict management advisory group, in a report on its Web site.

\”As U.S. forces are set to draw down in the next couple of years, Washington\’s leverage will diminish and, along with it, chances for a workable deal,\” said the ICG. \”The most likely alternative to an agreement is a new outbreak of violent strife over unsettled claims in a fragmented polity governed by chaos and fear.\”

American forces will exit Iraq by the end of 2011 under an accord last year between the administration of former President George W. Bush and the Iraqi government. Last month, President Barack Obama unveiled plans to pull all but 50,000 of the U.S.\’s troop strength of 140,000 from Iraq by August 2010. The rest would be used mostly for training and aiding the Iraqi Army.

Friends With Both

It is unclear whether the land rivalry can be resolved by then. The U.S. is friendly with both Prime Minister Nuri Al-Maliki, who is trying to keep Iraq whole in the face of sectarian and communal violence, and the Kurds, who have provided troops to pacify rebellious, anti-U.S. parts of the country.

The contested territory includes the city of Kirkuk, the hub of Iraqi oil production in the north. Kurdish officials have been lobbying to absorb Kirkuk into their autonomous zone and to control the area\’s oil wealth; the central government objects.

Nechirvan Barzani, prime minister of the Kurds\’ regional government, appealed for U.S. mediation on Feb. 17 in the Kurdish city of Arbil. \”What we understand by a responsible withdrawal is that the United States should resolve the problems outstanding in Iraq and help the Iraqis confront these problems,\” he told a press conference.

No Referee

The U.S. military, which patrols both Mosul and areas north of the gate, has no intention of acting as referee, said Colonel Gary Volesky, overall commander of the 3rd Heavy Brigade Combat Team. He described the American mission as battling Sunni Muslim insurgents and Al-Qaeda, the global terror organization that has agents and followers in the area.

\”Kurdish-Arab tension has to be addressed, but we can\’t play the go-between,\” Volesky said in an interview.

Unlike most Iraqi tensions, the battle in the north is based not on religion but on an ethnic conflict between Kurds, about 20 percent of Iraq\’s total population, and Arabs, who account for most of the rest. After Hussein\’s fall, thousands of Arabs fled areas near the Kurdish autonomous zone and were replaced by Kurds.

Kirkuk has become a city of dueling demographics. Kurds say they make up 40 percent of the population; Arabs say Arabs make up half. Turkmen, Iraq\’s third-largest ethnic group, also say they are half of Kirkuk\’s population.

Canceled Elections

Provincial elections that were held on Jan. 31 elsewhere in Iraq were canceled in Kirkuk because no one could work out exactly who was a resident and thus eligible to vote.

A regional referendum on Kirkuk\’s status, constitutionally scheduled for 2007, has been repeatedly put off. The central government plans to issue guidelines for foreign investment in oil in April. Two of the available fields are near Kirkuk, where the Kurds say only they have the right to cut deals, over national government objections.

In northern Nineveh Province, of which Mosul is the capital, political offices of the Kurdistan Democratic Party and the Patriotic Union of Kurdistan have sprouted in several villages. The parties jointly control the peshmerga — the word means someone who is ready to die. Those forces occupy the Saddam Dam, the country\’s largest hydroelectric supplier of energy, which lies 35 miles northwest of Mosul.

\”They have a choke hold on electricity,\” said Lieutenant Colonel Benjamin Matthews, who commands Task Force 2-82 of the 3rd Heavy Brigade Combat Team, First Cavalry Division, in northeast Mosul. Matthews noted that no Kurdish units have been integrated into the Iraqi Army.

In Mosul, Colonel Fadl, an Iraqi Army commander, was more charitable than Captain Abdullah in Tel Keif. \”The Kurds talk like this because they are afraid,\” he said. \”It is understandable. There is a bad history. Eventually, the Iraqi Army will take over, but after a political decision, not by military force.\”